Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

Doğum günün kutlu olsun Saka Mahmut dedem...


3 Aralık 1888, Selanik doğumlu Saka Mahmut'un torunuyum ben. Atatürk'ün aynı mahalleden 7 yaş küçük kardeşi, yüreği vatan ve insan sevgisiyle dolu; cephelerde hep yanında Atatürk'ün sucusu, sakası, askeri...

Saka Mahmut dedem 135 yaşında, ölmedi! Gururla, yüreğimizde yaşıyor...

***

Lozan Konferansı, 20 Kasım 1922 Pazartesi günü başlar dostlar. 76 gün sonra 4 Şubat 1923 Pazar günü, saat dokuz buçuğu beş geçe İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un treninin Lozan’dan kalkması ile de kesintiye uğrar…

Görüşmelerin kesintiye uğramasından 5 gün önce, 30 Ocak 1923’te, Lord Curzon’un teklifiyle iki tarafça Nüfus Mübadelesi Antlaşması imzalanır…

Bu antlaşma gereğince; yalnızca bu tarihten sonraki göçlerin değil, 18 Ekim 1912 tarihinde imzalanan Uşi Barış Antlaşması’ndan itibaren yaşanan göçlerin de 'Mübadele' kapsamına girmesi kabul edilir. Bu açıdan bakıldığında Nüfus Mübadelesi Antlaşması, geçmişi de kapsayan önemli bir antlaşma olarak karşımıza çıkar…

Dedim ya, Lozan’da imzalanan Nüfus Mübadelesi Antlaşması diye. Bu aynı zamanda dünyanın ilk ve tek zorunlu anlaşmalı göç olayıdır. Ahh ki ahh; bu zorunlu göç esnasında bırakılan evler, eşyalar, kasımpatıları, sardunyalar, ağaçlar, yuvalar, yaşamlar, hayatlar,  yaşanmışlıklar, yarım kalmışlıklar… Hepsinin başlı başına etkileyici hikâyeleri var da ben bugün tam da Saka Mahmut dedemin doğum gününde müsaadenizle sadece ikisine değineceğim dostlar…

***

Öncelikle bir usta şair Necati Cumalı...

Florina doğumlu mübadil Necati Cumalı, “Makedonya 1900” kitabında Florina’dan ayrılma öyküsünü şu şekilde aktarır:

"Babamı, birlikte olduğumuz yıllarda değil; hep yaşadıkça, O’nun yaşına geldikçe anladım. Kurtuluş Savaşı’nın haberlerini hep Kur’an okuyarak, dua ederek izledi. Savaşın kazanılmasından neler beklediğini hiçbir zaman açık açık söylemedi. Fakat Florina’nın, Selânik’in bütün o camili, bağdâdî evli, Müslüman Makedonya topraklarının Osmanlılardan kopması, çok değil daha 10 yıllık hikâyeydi. Yunanlıların eline geçmiş bile olsa Florina’yı Osmanlı kasabası görüyordu hâlâ…

Tam; kendi bildiğinden başka doğru tanımayan, dik kafalı Rumelilerdendi O. Yenilgiyi hiçbir zaman kabullenmemişti. Lozan Antlaşması imzalanıp da, Batı Trakya Türkleri olarak bizlerin Batı Anadolu Rumları ile yer değiştireceğimiz duyulunca inanmak istemedi…

“Olmaz öyle şey!” diyordu. Haber kesinlik kazanınca “Ben Florina’dan ayrılmam” diye tutturdu. Yola çıktık. Babam Selânik’e kadar ağzını açmadı. Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara taşlara baktı durdu…

Meşe ağacından yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selânik’te vapura bineceğimiz gün, yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, yorulmasın diye, gümrüğün rıhtıma inen merdivenleri önünde koltuğuna oturtmuştuk O’nu. Koltuğunda yine öyle dalgın, tek söz etmeden bekliyordu. Vapura geçeceğimiz sırada birden; gerisinde, iki eliyle kavradı rıhtım merdiveninin parmaklıklarını…

Doksan üç yaşındaydı. Hâlâ güçlü kuvvetliydi. Ben Fehim Çavuş, Salih Bey, ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan. “Benim yerim Florina. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina’ya geri döneyim, Florina’da öleyim…”

Vapur kalktı kalkacak, söz anlamıyordu. Zorlukla, sonunda üç kişi koltuğu ile yerden havalandırdık, ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık ama ayaklarına felç inmişti. Vapura; koltuğunda, elden ayaktan kesilmiş olarak bindi. Aklı yerindeydi, eskisi gibi rahat konuşuyordu. Göçmen olarak Urla’ya yerleştik. Urla’da üç yıl yatağında sılasını yaşadı…

Baktığı yerden gözlerini ayırmadan sık sık dalar giderdi. Arada, kendini tutamadığı sıralarda “Ah, Florina’yı bırakmayacaktım. Florina’da ölecektim!” dedikçe, artık gölgelenmeye başlayan bakışlarında, cins atlar gibi, geniş sağrılı dik omuzlu dağlarının izdüşümleriyle Makedonya göklerinin ışığı yansır, yüzü bulutlardan sıyrılmış gibi aydınlanırdı…”

Dedim ya dostlar: Ahh ki ahh; ne yaşamlar, ne yaşanmışlıklar, ne yarım bırakmışlıklar...

***

Geçelim ikincisine...

Bir mübadil çocuğu, yazar Nurten Bengi Aksoy’un kaleminden; Girit’te yaşayan hamile bir kadının mübadeledeki gemi yolculuğu sonrasında Türkiye’ye gelip, Marmara’da dünyaya getirdiği kızının yani annesi Latife Bengi’nin aforizmatik ama gerçek hikâyesi: ANA RAHMİNDEN GÖÇE…

“Sıcacık, karanlık bir yerdeyim. Ilık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum. Ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan sanki. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni; bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum…

Sonra sanki bulunduğum yerden ayrılıyorum. Göbek bağım orada, bedenim orada ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum…

Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, Girit. Maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var…

Bir telaş var ortalıkta! Siyah başörtülü kadınlar; çiçekli basma elbiselerinin kollarını sıvamışlar, gözlerinde hüzün var sanki bir ayrılık hüznü…

Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Sonra uzaktan babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş. Belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten, “Haydi toplanın artık” diye sesleniyor anneme. “Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz…”

Tepelerden aşağı, sahile doğru inen yük arabalarını görüyorum sonra. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınlar; kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, erkekler de ayaklarını sürüyerek takip ediyor arabaları…

Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili, gelenleri arabalardan indiriyorlar telaşla. Annem bir yandan kardeşlerimi çağırırken bir yandan da karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni…

Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece…

İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz. Üşüyoruz denizden esen rüzgârla, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bekliyor bekliyoruz…

Çünkü biz artık “mübadil”mişiz, başka topraklara gitmek, buralardan ayrılmak zorundaymışız. Nihayet üç günün sonunda geliyor beklenen gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış ve açılıyoruz yeni ufuklara doğru…

O bindiğimiz köhne gemi her dalganın çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı kemanına…

Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor nihayet. Hepimizi alıp eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamlar koşuşturuyor, hasta olanlara bakıyorlar. “Karantina”ymış buranın adı. Birkaç gün de burada bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında…

Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki. Etrafta koşuşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar O’na.  Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin sıcacık ışıkları… Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: Gözün aydın Fatma, bir kızın daha oldu…”

Ahh ki ahh; ne yaşamlar, ne yaşanmışlıklar, ne yarım bırakmışlıklar...

Doğum günün kutlu olsun Saka Mahmut dedem. Minnetle, saygıyla, gururla...




ARŞİV YAZILAR