Behzat Ay, Arslanköylü gururumuz…
Yazmak... Evet, rahatlama bir bakıma; ama bir rahatlama yöntemi değil sadece. Yapmasa, yazmasa çıldıracak gibi olanlar için bir meditasyon sanki. Zihninde, yüreğinde ya da aforizmalarında birdenbire beliren yeni bir imgeyi, dizeyi, hikâyeyi kaleme almak için tetiklendiğinde, zamanın yok olduğu bir evrene daldığını hissetmek. Adeta ebediyete uzanıyormuş gibi...
Yazmak, kendi kurduğun dünyada sonsuzluğa uzanmak...
Yazma nedenini şöyle açıklar Behzat Ay: Yazmaya beni iten etken, biraz boşalmak ve doyumlu olmaksa da; çoğun, etkili olmak içindir. Uyarıcılık düşüncesidir. Kendimce elbet…”
Sanat anlayışını ise şöyle: Toplumcu gerçekçilik ama psikolojik kaynaklı olay ve olguların da yabana atılmaması gerektiği görüşündeyim.
*****
Evet, bugünkü konuğumuz Behzat Ay, Arslanköylü gururumuz...
Türk edebiyatına büyük katkı sunan, önemli yapıtlara imza atan, çok sayıda üretim yapmış fakat değeri asla tam olarak bilin(e)memiş, takdir edilmemiş bir yazarımız.
Ölmedi, yaşıyor; “Yazarımız” dedim de, evet, hayat yolculuğu Mersin Arslanköy’de başlayan, mecburen ayrılsa da sonrasında her fırsatta memleketine gelip özlemini gidermeye çalışan Toros, Mersin ve Arslanköy sevdalısı, bu toprakların yetiştirdiği nadide edebiyatçılardan Behzat Ay, 89 yaşında…
*****
2 Mayıs 1936’da, Mersin Arslanköy’de doğdu minik Behzat. Hani şu gurur duyduğumuz yazarımız Osman Şahin’in köyü… Hani, gazeteci, oyun yazarı Recep Bilginer’in 1964 yılında yayımladığı ve toprağı az olan köylülerin, köy öğretmeninin uyarmasıyla, hazineye ait toprağın kendilerine dağıtılması için müracaat ettiği fakat düzenbaz muhtarın, bu isteği valiye, isyan şeklinde bildirdiği; köylünün, haklarının tanınması için direndiği; töreye aşırı ölçüde bağlı bir babanın ve bu saplantının kurbanı olan kızı Sarı Naciye'nin dramını anlattığı “İsyancılar” adlı kitabında dile getirdiği küçük çaplı halk ayaklanmasının geçtiği yer…
Okuyanı, aydını çok olan; Mersin’in gururu, Arslanköy…
Dönelim Behzat Ay’a:
Yüreğimden kopup gelen, hâlâ eserlerinde yaşadığını düşündüğüm anma yazıma…
İlkokulu köyünde okur Behzat. Bir insanın çocukluğu, ana yurdudur ya: Her önemli yazın ve düşün insanının, her önemli sanatçının yaşadığı acılarla büyür Behzat. Babası, sert, hırçın, sürekli dayak atan kara yürekli bir insan müsveddesidir. Ufak tefek, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden çokça ahıra kapatır oğlunu ve hayvan gibi bağlar.
Sevgisiz bir ortamda, fakat doğaya ilgi duyarak, yaylaları, suları, otları, kuşları, hayvanları severek büyür Behzat...
Bir kurtuluş görür belki; Düziçi Köy Enstitüsü’nü kazanır ve Adana – Haruniye’den hiç köyüne dönmeden, oralarda çalışarak enstitüden mezun olur. Önce Samsun’un, "Hüzünlü bir yalnızlık, sessiz, ıssız, karlık köylerde…" diyerek tasvir ettiği bir köyüne öğretmen olarak atanır.
Öğretmenliği sırasında o dönemde “Köy Üniversitesi” olarak bilinen ve öğretmenlerin yükseköğrenim görmeleri için dışarıdan sınava girmelerinin ve öğrenim görmelerinin sağlandığı Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Öğretim Bölümü’nde Pedagoji öğrenimi görür. Ve ilköğretim denetmeni olur.
*****
Çocukluğunu şöyle anlatır Behzat Ay:
"Ben, çocukluğumdan beri sevgiyi gereksinim duyan biriyim. Çocukluğumdan bu yana geçen yaşamımı düşünüyorum da, bu sonuca varıyorum. Sevgiye susamış bir insanım… Çocukluğumda sevgi yerine dayak gördüm. Hiç uğruna yediğim o dayaklar! Sanki üvey çocuktum. On iki yaşıma değin, yaşımın üstünde işler yaptırdılar. Oyun nedir bilemedim. Sanki kendi isteğimle dünyaya geldim. Sanki etrafına ve ailesine zarar veren bir çocuktum. Tam karşıtı… Tükettiğimden çok, ürettim on iki yaşıma değin. On iki yaşımdan sonra parasız yatılı okulda okudum. Yaz dinlencelerinde işçilik yaptım. On sekiz yaşımda da yaşama atıldım…"
Behzat Ay’ı dinlemeye devam edelim:
"Yirmi yaşımda, Karadeniz kıyıcığında bir köyün beş sınıflı tek derslikli ahırdan bozma bir mekânında yalnız başıma öğretmenlik yapmaktaydım. Evli değildim henüz. Gecelerimi gaz lambasının ışığında kitaplar okuyarak, pilli radyomu dinleyerek ve ikinci gün vereceğim derslerin hazırlığını yaparak geçiriyordum. Gündüzler ise coşkumdan ve öğretme heyecanımdan okul saatler içerisinde hemen geçip gidiyordu. Beş saat dersten sonra yine öğrencilerime bir şeyler öğretme, onları hayata hazırlama arzusu içindeydim.”
*****
Henüz 21 yaşında yine kendisi gibi öğretmen olan Samsunlu Nermin Hanım’la ilk evliliğini yapar. Bu evlilikten Elgiz ve Taner adlı çocukları doğar. Bu, sancılı, çalkantılı bir evliliktir. Evlilikte umduğunu bulamaz, düş kırıklığı içinde geçen evliliğini sonlandırır ve tek başına yaşamaya başlar Behzat Ay...
Birçok yazısında, evlilik düzeninin neden yürümediğini, çoğu zaman eşini suçlayarak, kimi zaman da özeleştiri de yaparak dile getirir: (…) Üstelik cinsel açlık… Ve ver elini evlilik demek zorunda kaldım. Çocukluğumda aile çevresinde görmediğim sevgiyi bulmak, yalnızlıktan, kederden, cinsel açlıktan kurtulmak için evlendim. Yaralı, susuz, aç birin sarıldığı, sığındığı bir yuvaydı sanki bu... İşte bunu anlamadı bir türlü karım. Sevgiye açlığımı, susuzluğumu gideremediği gibi; çoğalttı. Seviden tam yoksun kaldım. Doyamadım. Doyumsuzluk, uyumsuzluğa doğru sürükledi beni. Uyumsuzluk, başka yollara saptırdı. Böylece içkiye sığındım zaman zaman. Aldanıştı bu elbette... İçkide bir şey bulamadığım gibi, bulduklarımı da yitirdim. Küstürdüklerim, darılttıklarım oldu."
*****
Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim Bölümü'nü bitirdikten sonra çektiği kura sonucunda Siirt iline ilköğretim denetmeni olur. Eruh, Şırnak, İdil, Güçlükonak ilçelerinde çalışır. Dikkati çeken bir eğitimcidir ve 1940'ların her 3M'si (Maarif’in Mimli Muallimi ) gibi soruşturmalardan kurtulamaz.
Denetlemelerini, bölge insanının sorunlarını, saatler süren yaya yolculuk ettiği köyleri, bin bir zorluk içinde görev yapmaya çalışan köy öğretmenlerini, dağlarda dolaşan eşkıya ile karşılaşmalarını, gördüğü güzel gözlü, endamlı köy güzellerini, ilerde yayımlayacağı “Gündoğusu” adlı yapıtında dile getirecektir.
Sonuçta Erzincan Uluköy'üne ilkokul öğretmeni olarak atanır. Bu, bir anlamda tenzili rütbedir.
*****
Yazın, yayın dünyasıyla daha yakın ilişkiler kurabilmek, yapıtlarını yayımlatabilmek isteğiyle İstanbul’a ister tayinini ve Haydarpaşa Lisesi'ne geçer. Burada rehberlik yapar. Öğretmen örgütlenmesinde görev alır. Sendika etkinliklerinde dikkat çeken bir eğitimci olarak tanınır. Öyle ki; eğitimci yazar Mehmet Aydın’ın verdiği bilgiye göre, TÖS’ün bir toplantısında, salona girince öğretmenler ayağa kalkıp dakikalarca alkışlamışlardır O’nu…
Çevresi tarafından sevilen, sayılan, saygın biri olmuştur hep…
*****
12 Eylül 1980 Darbesi'nden 10 gün önce emekliliğini ister. Çünkü darbenin ayak seslerini duymuş, bir sabah tank sesiyle uyanacağını anlamıştır. Emeklilik yaşamını Suadiye, Bostancı ve doğduğu yer olan Arslanköy’de geçirir.
O günleri de şöyle anlatır:
"Emekli olunca Bostancı'ya yerleştim. Belki birçoğumuz gibi, yerleştiğim semtte önce postane, kitabevi ve meyhaneleri tanıdım. Bostancı’da meyhane pek çok… Sık sık meyhane değiştirmek ve çeşitli müşterilerle karşılaşmaktansa, evime en yakın, yüz metre kadar uzaktaki eciş bücüş, tahtadan yapılmış, salaş bir meyhaneyi yeğledim. Nedeni, evime yakın olduğu kadar, çevresinde yapı, cadde, sokak olmadığı için taşıt gürültüsünün de olmaması. En önemlisi de, meyhaneden, çevrenin görünümünün güzel olmasıydı.
Hemen önünde deniz vardı. Yani bir kıyı meyhanesiydi. İlerde, kimi zaman hemen önünüzdeymiş gibi gözüken Adalar ayrı bir hava veriyordu. Hele geceleri... Adalar, top top ışıklarıyla gözünüzün önündeydi. Bir de, ışık seli gibi, Bostancı İskelesi'nden kalkan vapurların süzülerek uzaklaşması, Adalar'dan denizi yararak gelmesi ayrı bir güzellik…"
*****
Acı ve zor anılarıyla dolu olsa da, doğduğu Arslanköy'deki baba evi dışında, beldeden biraz uzakta, bahçe içinde bir ev yapma düşüncesini, emekliye ayrıldıktan sonra uygulamaya koyar. Taşları kırarak, kirizma yaparak, yabanıl otları temizleyerek bahçeyi ortaya çıkarır. Sonra da iki katlı evi bin bir zorlukla yükseltir. İstanbul'dan bunaldığı zamanlarda Mersin'e gelir. Dostlarıyla görüşür. Fakat nemli sıcak sahilde uzun süre kalamaz, kendini zor atar Toros'un kucağına. Burada uzun süreli olmasa da, kedileriyle, doğayla baş başa güzel günler geçirir. Gazetesini okur, yeni yazılarını düşünür, plânlar yapar, elma ağaçlarını sular, yaylalara doğru gezilere çıkar.
Ne güzel değil mi dostlar? Derinlerine dalıp, içine girip hiç çıkmamacasına…
*****
En önemli özelliklerinden, olabildiğince Atatürkçüdür Behzat Ay…
Bu yönüyle de bilinir. Öyle sözde değil, lafta değil; gönlündedir Atatürk sevgisi ve saygısı…
"Atatürk’ü önemsememeye, değerini küçültmeye çalışan ne kadar siyasetçi, düşünür, yazar, sanatçı varsa tümü de büyük yanılgı içindedirler. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 18 yılda yaptığı büyük işleri, devrimleri, 48 yıldır - İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlayarak – önemsemeyenler; yanılgılarını anlayabilecekler mi, anlayabilirlerse, ne zaman bilemiyoruz?” der mesela bir yazısında…
*****
Nâzım Hikmet’i çok sever. 1966 yılında, Nâzım’ın "Yeni Şiirler" adlı şiir kitabı Dost Yayınevi'nce yayımlandığında Siirt'te görevlidir ve kitabı kentte bulma olanağı da yoktur. Ödemeli getirttiği kitabı PTT'den aldıktan sonra okur, derinden etkilenir ve "Bir Yanardağ" başlıklı uzunca bir inceleme yazısı hazırlar. Bu yazı bir süre sonra yayımlanır. Bu da Siirt'te olay olur. Çünkü 1966'da, Nâzım Hikmet'in, değil bir kitabını edinip okumak, adını anmak bile tehlikelidir ve mimlenme için en önemli gerekçedir.
*****
Aziz Nesin de çok sevdiklerindendir. Derin bir hayranlık duyduğu mizah yazılarını sürekli izler. Örneğin, O'nun Moskova'da yürek bunalımı geçirdiğini gazetelerden öğrenir öğrenmez PTT'den telgraf çekmek ister. PTT memurları bu telgrafı kabul etmek istemezler. Behzat Ay, müdüre çıkar ve durumu anlatır. Müdür, kabul ettiğini fakat metnin uzun olduğunu, kısaltılırsa daha az para ödeyeceğini söyler. Kısaltmayı kabul etmez ve telgraf o uzun haliyle gönderilir. Adres bile bildirilmemiştir. Moskova'ya gideceğinden emindir çünkü. Aziz Nesin Sovyetler Birliği'nde de tanınmış bir yazardır ve Behzat Ay’a göre Moskova PTT görevlileri, Aziz Nesin'in hangi sağaltım evinde bulunduğunu bilirler, Türkiye'den gönderilen bu telgrafı kendisine ulaştıracaklardır.
*****
Behzat Ay’ın beğendiği bir başka yazar, hemşerisi Arslanköylü öğretmen, öykü yazarı Osman Şahin'dir. Osman Şahin’in öykülerini güzel bulmakla birlikte, kimi sözlerin eskimiş biçimlerini kullandığı için zaman zaman eleştirir.
*****
Oktay Akbal'ı, Mustafa Ekmekçi’yi, Uğur Mumcu'yu, İlhan Selçuk'u sürekli izler ve beğenir Behzat Ay… Cemal Süreya da en sevdiği dostlarından biridir. Cemal Süreya'nın ölümü üzerine de " Şiirimizin Yalvacı Cemal Süreya'ya Mektuptur" adlı yazısını hazırlar. O yazıdan öncelikle oldukça etkili bir kesit sunmak isterim size:
"Otuz yedi yıldır şiir yazan, 1957'den bu yana da altı şiir kitabı ( öbür türdekileri saymıyorum ) yayımlamış olan çağdaş dervişim, Cemal arkadaşım, bizi dayanılmaz acılar içinde bırakarak dünyamızdan göçüp gidince, ondaki ölüm düşüncesi üzerinde durmak istiyorum."
Behzat Ay’a göre Cemal Süreya, bir sevi şairi, erotik şair, çok yönlü bir insandır. O, olabildiğince anlayışlı, parasızlığını bilen ve içtiği içkisinin bedelini kendisi ödeyen, cömert biridir.
Behzat Ay’ın Cemal Süreya’yı anlattığı yazısına devam edelim:
"Sen, bizlerin, yazarların, ozanların, ressamların, oyuncuların, aydınların gönlündeydin! Gömütlükte şöyle bir doğrulup da baksaydın, şaşalardın, seni o kadar çok sevenlerin olduğunu görerek."
Yazı burada biter. Çünkü hıçkıra hıçkıra ağlamaktan getiremez devamını…
*****
Ya Cemal Süreya’nın “Meksikalı Bir Eskimo”ya benzettiği, yakın dostu Behzat Ay’ı anlattığı yazısı:
“Toroslarla Orta Amerika’daki dağ zincirleri arasında eski jeolojik zamanlardan kalma bir akrabalık bağı var mıdır Behzat Ay’ın; bilinemez. Olsa da herhalde ilk zamanlardadır. Ama o, Toroslarda doğduğu halde bir Türk’ten çok bir Meksikalıyı andırmaktadır. Aslında Toroslarda değil, Antitoroslarda doğmuş. Bu yüzden olacak, görünümünde bir Eskimoluk da var galiba. Kısacası Meksikalı bir Eskimo. Hele gözlük takınca...
Aşk, kadınlar... Behzat Ay’ın hayatının asıl köşebendinin kadınlar olduğu söylenebilir. Tek bir aşk söz konusu değil ama... Sürekli, nesnelerini zaman içinde değiştire değiştire akan, hiç durmayan bir aşk... Kadınlar olmasaydı roman yazmayacaktı belki de; deneme, öykü, hiç… Hatta öğretmen de olmayacaktı. Hatta hatta, içki de içmeyecekti...
Tutkulu bir yazardı Behzat Ay… Hayatı bunca kalabalık olan, evli olduğu halde gömleklerini bile temizleyiciye verdiğini söyleyen bir adamın onca yazıyı nasıl kotarabildiğini her zaman düşünmüşümdür. Hatta kimi zaman, bunları bir başkası mı yazıyor diye kuşkulandığım olmuştur. Yine de biraz az içseydi daha iyi bir yazar olacaktı kuşkusuz. En büyük gazetelerimizin birinin ikinci sayfasında zaman zaman yazıları yayımlanır. Yıldönümleriyle ilgili bu yazılar…”
*****
Çok yakın dostu yazar Mahmut Makal’ı da sever Behzat Ay… Şimdi de Behzat Ay’ın kaleminden Mahmut Makal:
"Mahmut Makal ile on iki yıldan beri tanışırız. Birçok olayı birlikte yaşadık. Ayrı ayrı bulunduğumuz sürelerde de sık sık mektuplaştık. Ankara'dan Samsun'a, Fransa'dan Ankara'ya, Adana'dan Siirt'e, İstanbul'dan Erzincan'a, Ankara'dan İstanbul'a bana yolladığı bir yığın mektup var tuttuğum" mektuplar dosyasında. Mektuplarımızda bile eleştirilerimiz, tartışmalarımız, şakalaşmalarımız, birbirimizi uyarmalarımız olmuştur."
*****
Ve ‘çırılçıplak yürekle’ yazdığını tasvir ettiği notları, günlükleri…
Benim de hissettiğim şekilde mücadelesini verdiğim; sevdiği, saydığı, önemsediği büyük insanların doğum, ölüm, anma yazıları. Yüreğinden parmak uçlarına dökülen kısa birer nekroloji tadı...
“Emekli Günlüğü” adını verdiği ve Yön, Varlık, İmece, Yeken gibi dergilerde yayınlanan yazılarında ‘eğitim denetmenliği’ günlerini de anar Behzat Ay...
1 Şubat 1992 günlüğü şöyledir:
"Güneydoğu'da önce yüz on altı, sonra da yüz otuz dört kişinin çığ altında öldüğü haberi geldi. Şubatın ilk gününden bu yana çığ altında kalan köylerin sayıları artmakta. İlköğretim müfettişiyken kullandığım, Şırnak, Eruh, Şirvan, Kozluk, Sason ilçe ve köylerini gösteren haritaları belgeliğimden çıkardım, bakıyorum. Şırnak'ın Görmeç, Eruh'un Tünekpınar köyleri işte… Yirmi yedi yıl önce bu köyleri gezerken, köylerin küçük küçük olması, uygun yerlerde kurulmaması, yol olmaması dolayısıyla yıllar geçse de değişip gelişemeyeceklerini belirtiyordum.
Sürekli kovuşturmalar, soruşturmalarla karşılaşıyorum. O günlerdeki izlenim ve yol yazılarımın bir bölümünü "Gündoğusu" adlı kitabımda toplamıştım. Bu acılı kışta yeniden okuyorum, elimde bir tek sayı kalan kitabımda. Ve sürekli çığ altında kalanları düşünüyorum. Nâzım, bir şiirinde,
"Yarısı buradaysa kalbimin,
Yarısı Çin'dedir, doktor"
diye yazıyordu. Bugünlerde de benim de, benimin ve yüreğimin yarısı oralarda…"
*****
Yaşantısında, her gün birkaç saatini Türkiye ve dünya haritalarını inceleyerek geçiren Behzat Ay, Türkiye dışındaki ülkelerin durumlarıyla da yakından ilgilenmiştir. Özellikle, bağımsızlığına kavuştuktan sonra da düzenli bir gelişme gösteremeyen, çalkantılı, sancılı bir ortamda yaşayan ulusları derin bir acıyla incelemiş ve dile getirmiştir. Örneğin, 1 buçuk milyon şehit vererek Fransa'dan bağımsızlığını kazanmış Cezayir; Behzat Ay’ı derinden üzen ülkelerden biri olmuş ve bu ülkenin başına gelenleri adeta o acıları duyumsayarak yazmıştır.
*****
1959 yılında yayımladığı “Köyden Geliyorum”, ilk kitabıdır.
Sonrasında;
“Başkanın Ankara Dönüşü” 1961'de,
“Dor Ali” 1966’da,
“Gündoğusu” 1970’de,
“Sis İçinde” 1973’te,
“Sürgün” 1975’te,
“O Uzun Yalnızlık” 1993’te,
“Atatürk’ten Sonra Kir Kin Yalan” ve “Çırılçıplak Yüreğimle” 1994’de,
“Kan ve Gözyaşı” 1997’de yayınlandı.
Tek öykü kitabı olan “Kuşku ve Korku” 1992’de, iki inceleme kitabı “Çanakkale’den Laik Cumhuriyet’e” ve “Tarihimizde Önemli Günler ve Atatürk” 1992’de yayınlanmıştır.
*****
Behzat Ay, doğayı çok sever. Ve bunu eserlerine yansıtır. Büyüdüğü Torosları, yaylaları pastoral duygularla dile getirir. Yazılarında; çocukluğunun geçtiği kırları, karanlık ormanları, ayna gibi arı duru, buzluca soğuk sulu pınarları ve gölleri anlatır.
Hele sürülerle uçan keklikler, anılarında özel bir yer tutar. O’na göre ateşli silahlar çoğaldıkça insanoğlu acımasızlaşmış ve doğayı yıkıma uğratmıştır. Bu durumu şöyle dile getirir:
“Gölpınar’a doğru yürüdüm. Yürürken o yıllarda buralarda rastladığımız keklik, bıldırcın sürülerini anımsadım. Ne denli çok kuş olurdu. Şimdi şaşıyorum, ne keklik ne de bıldırcın var. Oysa keklik sürülerinin arasında dolaşırdık o yıllar. Analarını tutamasak da, palazların gizlendikleri çalı aralarından bir bir bulur, sevinçle çadırlarımıza taşırdık. Hem ilk gün evcilleşirler, çadırlarımızın çevresinde dolaşmaya başlarlardı. Sabahları keklik sesleriyle uyanırdık. Yayla demek, biraz da keklik seslerinin şenlendirdiği yerler demekti. Kekliklerin ötüşmediği yerleri yayla saymazdık. Dahası uğursuz oba derdik öyle yerlere…
Öyle obalarda ineklerin, koyunların öleceğine inanırdık. Ölmeseler de o obalarda hayvanlar az süt verir denirdi. Ne güzel inanıştı… Kuşları öldürmezdik. Kutsal sayardık… İnsanoğlu öyle canavarlaştı ki… Avcılık diye tutturdular. Sürekli vuruyorlar keklikleri, bıldırcınları ve başka kuşları, tavşanları, dağ keçilerini… Kuş ötmeyen kırlar, yaylalar, dağlar neye yarar! . Bir ıssızlık ki dayanılmaz oldu. Yalnız kuşları, tavşanları değil, ağaçları da tüketiyorlar. Gölgelenecek çam, ladin, köknar, ardıç kalmayacak bu gidişle… Kuşları olmayan, ormanı kalmayan kırlar, yaylalar, dağlar neye yarar; soruyorum…”
*****
Öz Türkçeye sevdalıdır Behzat Ay… Toros insanının kullandığı sözcüklerle, Yörük diliyle yazar. Ancak, birçok eski, bayat sözcüğün karşılığını da bulur ve kullanır.
*****
26 yıl önce vardık da ne olduk sanki (depremler, pandemiler, eksiğinden bozdurulmuş yürek yangınları, acılar) henüz milenyuma varamadan yani, 9 Temmuz 1999 Cuma günü bir İstanbul akşamüstünde ayrıldı aramızdan.
Ne diyorum size dostlar: Değeri fark edil(e)meyen yazar. Behzat Ay…
Mersin Arslanköylü…
Çolak Ali gibi, Osman Şahin gibi gururumuz...
Anısına, mücadelesine, muhteşem üretimlerine saygıyla…