Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

Or-han Ke-mal, 4 Hece, 2 Kelime, Anlat Anlat Bitmez...


Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü. 111 yıl önce bugün 15 Eylül 1914’te, Adana’nın Ceyhan ilçesinde, Abdülkadir Kemali Bey’den olur da Azime Hanım’dan doğar.

Babası 1920-1923 döneminde Kastamonu Milletvekilliği yapmıştır. 26 Eylül 1930’da, Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkasını kurmasının hemen sonrasında Ahali Gazetesi’ni çıkarır. Gazetede siyasal eleştiriler yapmaya başlayan Abdulkadir Kemali Bey, 3 ay içinde Cumhuriyet Fırkası kapatılınca, hükümete karşı muhalefetini sürdürür ve başına kötü işlerin geleceği ile ilgili aldığı duyumlar nedeniyle Suriye’ye kaçar.

*****

Bakın Orhan Kemal o günleri nasıl anlatıyor:

“… Babasından ayrılan çocuklar babasız kalışlarına üzülürler. Ben tersine… Adeta evin içinde krallığımı ilan etmiştim. Güneş battıktan sonra eve futbol topumla döndüğüm zaman nerede kaldığımı, niçin geciktiğimi, dersleri bırakıp yine mi futbol oynadığımı soran olmuyordu. Yaş 15-16 idi… Bütün merakım futboldu. Okulu filan taktığım yoktu. Tam bir başıboşluk içindeyim. Fakat bu saltanat uzun sürmedi. Babam bizi yanına aldırdı.”

Orhan Kemal annesi ve kardeşiyle beraber Beyrut’a gider. Tabii ki okulunu da yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Babası Lübnanlı olmadığı için avukatlık yapamamaktadır. Azime Hanım’ın bilezikleri satılarak lokanta açarlar. Orhan Kemal’in işi lokantada garsonluk, bulaşıkçılık yapmaktır. Ama lokantada işler iyi gitmez ve kapatmak zorunda kalırlar.

Orhan Kemal, şimdi hayatın zorluklarını yaşamaktadır ama o, bu zorlukları hayata kahrederek değil, hayatın iyi ve kötü yönlerini bir arada görerek, ona sıkı sıkı tutunarak yaşamaktadır. Aslında bu tutum, onun romanlarının temel özelliklerinden biridir. Bir basımevinde işe başlar. Kol kuvvetine dayanan, zor bir iştir. Ama ilk aşkı Eleni’yi tanımasına neden olur. Eleni yandaki çikolata fabrikasında çalışır. Kendisi gibi işçidir.

*****

Şöyle anlatır Eleni’yi Orhan Kemal:

“Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı.”

Aşkları uzun sürmez, kız işten çıkarılır ve Orhan Kemal O'nu bir daha görmez. İşler kötü gider ve genç Mehmet Raşit, Adana’ya, babaannesinin yanına dönmek zorunda kalır.

Orhan Kemal, yine o genç yaşında bir işçi kıza gönül vermiş ve O’nunla evlenmeyi düşünmüştür. Ama kız okumasını istemiş ve Orhan Kemal de orta son sınıfta yarım bıraktığı öğrenimini tamamlamak amacıyla İstanbul’a, halasının yanına gitmiştir.

Çok geçmeden sevgilisinin başkalarıyla gezdiği haberini alır, hemen Adana’ya döner. Böylece, hem İstanbul’daki öğrenimden hem de sevgilisinden olmuştur.

İşte bu dönemde Orhan Kemal kitaplarla tanışır. Adana’da Giritlinin Kahvesi’nde bilinçli işçi arkadaşlar edinmiştir. Bu arkadaşları sayesinde okumanın tadını almış ve okuduğu kitaplarla da kafasında oluşan soruların cevabını bulmaya, bilinçlenmeye başlamıştır.

Giritlinin kahvesinde tanıdığı, dost olduğu İsmail Usta, genç Mehmet Raşit’in hayatını değiştirir. Cemile romanındaki İzzet Usta aslında İsmail Usta’dır.

*****

Mensucat Fabrikasında işe girmiştir. Önceleri kâtiplik yapmış ama sonra kâtiplikten alınıp ambar memurluğuna verilmiştir. Fabrikada çalıştığı yıllarda yaşadığı, gözlemlediği çoğu şey daha sonra eserlerinde yer almıştır.

Murtaza da aynı fabrikada çalışmaktadır, o da kendisi gibi dürüst bir insandır. Boşnak güzeli Cemile de burada çalışmaktadır.

Aynı fabrikada işçi olarak çalışan, göçmen kızı Nuriye Hanım’la tanışır. Nuriye Hanım'ı da şöyle anlatır; “… Adam sen de… Ben yirmi iki yaşındayım, sevgilim on dördünde… Sarhoşum ve dünyada yalnız O’na âşığım…”

*****

1937 yılında Nuriye Hanım’la evlenirler. Nuriye Hanım’ın hayatı da onun gibi zorluklarla doludur. Zaten Orhan Kemal, Nuriye Hanım’a olan aşkını ve O’nun çocuk yaşta sırtlandığı zorlukları ‘Cemile’ olarak romanlaştırmıştır. ‘Baba Evi’ ve ‘Avare Yıllar’ın devamı niteliğindeki bu roman ‘Küçük Adamın Notları’ üst başlığı altında yayımlanmıştır.

Evlendikten bir yıl sonra ilk çocukları Yıldız dünyaya gelir. Doğumun hemen arkasından askere çağrılır.

Nisan 1938’de askerliğini yapmak üzere Niğde’ye gider. Teskere almasına sadece kırk gün kalmışken bir ihbar üzerine tutuklanmıştır. Nâzım Hikmet’in, Maksim Gorki’nin kitaplarını okuduğu ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle mahkemeye sevk edilmiştir.

O dönemde karısına yazdığı mektupta şöyle der; “Çok gençsin. Zaten hiçbir şey veremedim sana. Şimdi de beş yıllık mahkûmiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki, buradan çıktıktan sonra daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız.”

Nuriye Hanım da, “Razıyım ne gelmişse başımıza ve ne gelecekse…” der…

*****

Orhan Kemal ilk şiirlerini Kayseri Cezaevi’nde yazmaya başlar. 25 Nisan 1939’da ‘Duvarlar’ adlı şiiri Yedigün’de Reşat Kemal imzasıyla çıkmıştır. Babası Abdülkadir Kemali Bey, 8 yıllık sürgünden dönmüştür. Oğlunun Adana Cezaevi’ne nakli için uğraşsa da, Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanınca da, oğlunun Adana’da yalnız kalmasını istememiş ve Bursa Cezaevi’ne naklini sağlamıştır. Bu durum Orhan Kemal için büyük bir şans olmuştur.

1940 yılının Aralık ayında, Nâzım Hikmet de Çankırı Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledilmiştir. Nâzım Hikmet’in “Biliyor musunuz, yalnızlığı hiç sevmem. İdareden izin alsak, ben de sizinle bu koğuşta kalsam.” teklifi sonucunda Orhan Kemal’in Nâzım Hikmet ile 3 buçuk yıl sürecek oda arkadaşlığı da başlar.

Orhan Kemal şiirlerini Nâzım Hikmet’e okuduğunda, o büyük bir açık sözlülükle beğenmediğini belirtmiştir. Hatta “Samimiyetle duymadığın şeyleri niçin yazıyorsun? Duyduklarını, duyamayacağın bir tarzda yazıp komikleştirmekle kendine iftira ettiğinin farkında değil misin?” der.

Orhan Kemal bu eleştiriye çok alınır.

Orhan Kemal şiirin yanında düzyazı da yazmaktadır ama bunlar deneme niteliğindedir. Bir gün, koğuş masasının üzerinde Orhan Kemal’in bir roman denemesini görür Nâzım. Okur… Ayağında takunyalar, koşarak avluya çıkar. Orhan Kemal’e soluk soluğa sorar; “Siz mi yazdınız bunu?” Orhan Kemal çekinerek, “Evet” der. Nâzım Hikmet büyük bir coşkuyla, “Birader, neden bahsetmediniz bundan. Siz nesir adamısınız! Hikâye yaz, roman yaz!”diyerek o gün bir romancının doğuşunun müjdesini verir.

Orhan Kemal, öğrenimini orta sonda bırakmış olsa da okuduğu kitaplarla kendi kendini geliştirmiştir. O’nun okumaya olan ilgisi Nâzım Hikmet’in dikkatini çeker. Nâzım Hikmet, Orhan Kemal ile yakından ilgilenmiş, O’na öğretmenlik yapmış, programlı olarak felsefe, edebiyat, toplumbilim, siyasetbilim, Fransızca çalıştırmıştır. Benzer şekilde Çankırı Cezaevi’ndeyken birlikte kaldığı Kemal Tahir’in sanatsal gelişimine de katkıda bulunmuştur.

Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’ e yazdığı mektupta O’ndan sıkça bahsetmiştir. Yine bir mektubunda “Raşit Kemali’den her gün biraz daha memnunum. Münasebetsizlikler etmiyor değil, ediyor. Hem de bol bol. Hık demiş, birçok huyu, senin iki sene evvelki, hatta bazen Çankırı’daki burnundan düşmüş.” demiştir.

Nâzım Hikmet arkadaşlarına sadece manevi değil, maddi destek de sağlamaya çalışıyordu. Hapishanede dokuma tezgâhı kurmuştu. Dilerseniz devamını Orhan Kemal’in yazdıklarından okuyalım; “Bu tezgâh işinin ne sermayesinde, ne de tasarısında hiçbir ilgim olmadığı halde, Nâzım bana da pay ayırmıştı. Bir pay bana, bir veya iki pay Kemal Tahir’e, iki pay Piraye yengeye, bir pay da kendisine…”

Nâzım’ın da tavsiyesiyle düz yazıya geçiş, Orhan Kemal için bir dönüm noktası olur. Nâzım Hikmet, Orhan Kemal’in "Güllü" ve "Asma Çubuğu" adlı iki öyküsünü, İkdam Gazetesi’nden arkadaşı Kemal Sülker’e yollar. Sülker de öyküleri Orhan Kemal takma adıyla yayınlar.

*****

"Bir gün bütün insanlar sahillere ineceğiz.
Sallayacağız mendillerimizi hep beraber.
Durgun mavi suları köpürterek gelen,
İyi ve aydınlık günlere...

Limanlarımızdan demir almaktadır sevgilim;
Şimşek yüklü, karanlık günler..."

Ne derin betimlemeler değil mi dostlar...

Orhan Kemal, dünyanın en güçlü duygusu olan inançla dolu bu şiirini yazdığında, takvimler Mart 1943'ü gösteriyordu. Yani Bursa Cezaevi'nde Nâzım Hikmet ile birlikte hâlâ mahpustu.

*****

Orhan Kemal'in oğlu Araştırmacı-Yazar Işık Öğütçü anlatıyor:

“Yıl 1943... Babam Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde, 52. Koğuş’ta çile doldururken; Nâzım Hikmet, ablam Şenyıldız Öğütçü’nün 5 yaşındaki fotoğrafını görür.

15 yaşındaki genç kızlık halini hayâl ederek, yağlıboya resmini yapar. Resmin sol yanına da bir şiir yazar. Kızına götürmesi için babama verir.
26 Eylül 1943’te, babam Orhan Kemal’in cezası sona erer. Nâzım Hikmet’e olan sevgisi yüreğinde, yaptığı resimle birlikte Adana’ya götürür. Resmi evlerinin duvarına, 60x80 ebatında bir beyaz çerçeve içinde asarlar.

3 yıl sonra Aralık 1946’da, bir gece yarısı eve polis gelir ve arama yapar. Orhan Kemal’in tüm yazılı evrakları, hikâyeleri, Nâzım Hikmet’le hapishane yıllarının notları, mektupları ve duvardaki yağlıboya resim, alınıp götürülür.

Küçük Şenyıldız’ın aklında, resimdeki şiirin sadece giriş kısmı, “Hakkındır yaramazlık. Dik duvarlara tırman…” ile tuvaldeki genç kızın hayâli kalır. Çünkü resim, bir daha sahibine geri gelmeyecektir.

Hep bu olay konuşuldu evde...

Bir umutla bu resmi, Orhan Kemâl Müzesi’ne kazandırmak için ilgili resmi kurumlara yazmama rağmen, olumlu sonuç alamadım. Hadi resmini bulamadım, bari şiirini bulabilseydim. Nâzım Hikmet’in pek çok şiirini okumuştum. Ya gözümden kaçmıştı ya da bu dizelere uyan şiirini okumamıştım. Ama tesadüfler, araştırmacılar için yeni buluşların ilk adımıdır.

Müzeye ziyarete gelen bir öğretmen arkadaşıma, bu yaşanan olayı anlattığımda; adı geçen şiiri bildiğini, hangi kitapta bulabileceğimi söyledi. Çok heyecanlanmıştım...

O akşam kütüphanemde bulunan, Cem Yayınevi’nden çıkan "Tüm Eserleri" serisinin ilk kitabında, 1928 yılında yazdığı, "Çocuklarımıza Nasihat" isimli şiirinin, tamamını bulup okuduğumda, gözlerimden yaşlar akmıştı:

"Hakkındır yaramazlık.
Dik duvarlara tırman,
Yüksek ağaçlara çık...

Usta bir kaptan gibi kullansın elin,
Yerde yıldırım gibi giden bisikletini…

Ve din dersleri hocasının resmini yapan,
Kurşun kaleminle yık;
Mızraklı ilmihalin yeşil sarıklı iskeletini...

Sen kendi cennetini kara toprağın üstünde kur.
Coğrafya kitabıyla sustur,
Seni “Hilkati Âdemle” aldatanı…

Sen sade toprağı tanı,
Toprağa inan...

Ayırt etme öz anandan,
Toprak ananı...

Toprağı sev anan kadar..."

Birkaç gün sonra şiirin fotokopisini, sürprizim olduğunu söyleyerek ablama verdim. Alıp okumaya başladığında, yüzü görülmeye değerdi. Bir anda o günlere döndüğünü, duygulandığını ve gözlerinin dolduğunu gördüm. Şiiri bulmuş, resmi bulamamıştım...

Ama Nâzım Hikmet ve Orhan Kemal’in; usta-çırak ilişkilerinin büyük dostluklarını, bu olayda tekrar yaşamıştım.

Onların çektiklerini, bugün yazar, sanatçı, gazeteci ve aydınlara çektirilenleri düşündüm. Her gün mağdur olduklarını söyleyenlerin; yaşadıklarından ders almayıp, başkalarının mağduriyetine kayıtsız kalmalarına, hatta sıkıntı çekmelerinden açıkça haz duyduklarına, tanıklık etmekten ıstırap duydum.

Büyükler, bir şekilde yapılanları göğüsleyebilirlerdi. Ama ya aileleri ve en önemlisi çocukları? Annelerini, babalarını cezaevlerinin soğuk duvarları arasında çaresiz, boynu bükük seyretmeleri, hangi yüreği acıtmazdı ki? Bunların hepsini ben de yaşadım...

Değil mi ki! Uygarlık tarihinin, acı çeken insanların destanını yazıp, o insanları yücelttiği yadsınamaz gerçekse; bunları çektirenlerin, tarihin altın sayfalarında, yerlerinin olmayacağı da bir gerçektir.

Dünün Nâzım Hikmet’i, Orhan Kemal’i, Rıfat Ilgaz’ı, Sabahattin Ali'si şimdi nasıl var oluyorlarsa; hapishanede çile çeken bugünün yazarları, sanatçıları, gazetecileri ve diğer cesur yürekleri de, yarın hep var olacaklardır...

Nâzım Hikmet’in dediği gibi, ‘Tarih seyrini değiştirmeyecektir...’”

İnsanların fikirlerini rahatça söyleyebildiği, hür iradeleri ve çoktan seçmeli tercihleriyle kararlar alabildiği, sırf bazıları gibi düşünmediği için hemen ‘Vatan haini’ yaftasının vurulmadığı hep birlikte aydınlık bir Türkiye’ye dostlar; yürüdükçe yaklaştığımız aydınlık yarınlara. Bin selam olsun Şenyıldız Öğütçü’ye, Orhan Kemal’e, dünya ozanımız Nâzım’a…

Hasretle, saygıyla…

*****

Dedim ya: 26 Eylül 1943 Pazar sabahı, Orhan Kemal’in cezası biter ve Adana’ya döner. Hamallık, sebze nakliyeciliğinin yanında karşısına hangi iş çıkarsa yapmaya çalışır. 1944’te doğan oğluna Nâzım Hikmet’e sevgisinden Nâzım adını verir.

Orhan Kemal, bu sürede hikâye yazmaya devam etmiş, bu hikâyeler çeşitli dergilerde yayımlanmıştır. Kasım 1944’te dönemin seçkin edebiyat dergisi olan Varlık’ta "Revir Meydancısı Yusuf" başlıklı hikâyesi yayımlanmış, 1945’te Varlık Dergisi okurlarınca ‘en beğenilen hikâyeci’ seçilmiştir.

Artık okur ve edebiyat çevrelerince tanınan bir yazar olmuştur. Ama geçim sıkıntısı hiç bitmemiştir. 1949 yılında Orhan Kemal’in iki kitabı birden yayınlanmıştır. Kitaplardan ilki, yazarın ilk romanı olan "Baba Evi", diğeri ise ilk hikâye kitabı "Ekmek Kavgası"dır. Ertesi yıl da yazarın ikinci romanı olan "Âvâre Yıllar" yayımlanır.

Ekmek Kavgası’nın içerdiği on sekiz hikâyenin hepsi de insanların gerçek savaşını, ekmek kavgasını anlatmaktadır. Hikâyelerde ele alınan insanlar halktan kişilerdir. Kişilerin hemen hepsi gözü gönlü tok, kanaatkâr ama insanca yaşamak isteyen ve bunun için çalışmaktan kaçmayan insanlardır.

"Baba Evi", "Küçük Adamın Notları" üst başlığını taşıyan üçlemenin ilkidir. Kemal bu romanında çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını anlatır. Yazar her ne kadar kitabın önsözünde romanın otobiyografik kahramanının kendisi olduğunu gizlemek amacıyla küçük adamı Adana kahvelerinden birinde tanıdığını belirtmiş olsa da anlatılan kişi kendisidir.

Orhan Kemal, "Küçük Adamın Notları" üst başlığı altında yayımlanan ikinci kitabı "Avare Yıllar’’da, baba evinden ayrıldıktan sonra başıboş geçip evlilikle son bulan ilk gençlik yıllarını anlatmıştır. Üçlemenin üçüncü kitabı "Cemile", bizim edebiyatımızda ilk olarak fabrika işçilerinin hayatını vermeye çalışmış bir romandır. Yani fabrika insanlarının yaşayış tarzları, Aşk’ları, ekmek kavgaları, neşeleri, kederleri…

*****

1949 yılında 3. çocuğu Kemali dünyaya gelir. Artık geçim sıkıntısı inanılmaz boyutlardadır. Bu nedenle ailesiyle beraber 1950’de İstanbul’a göçmek zorunda kalırlar. Zor günlerdir…

O yılları de şöyle anlatır Orhan Kemal:

“… 1953 kışı… Vakit gece… Nuriye’yle çocuklar her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya geçmişlerdi. Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalar gözüme uyku girmiyor. Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira otuz mu, kırk mı ne? Bu parayı bile aybaşı gelince veremiyorum. Kimi zaman iki, üç ay borcum oluyor. Çocukların ayağında ayakkabıları yok. Palto falan lüks bizim için. Evin reisi kim? Ben… Ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba, odun kömür hak getire. Bu işlerin altından nasıl kalkacağım? Adana’dan İstanbul’a gelişime bin pişmandım ama kalsaydım ne olacaktı? Beni işimden çıkartmışlardı. Göçmek zorundaydım.”

*****

Yine 1952’de ilk önce Vatan Gazetesi’nde tefrika olarak yayımlanan "Murtaza", kitap olarak basılır. Aslında Orhan Kemal, "Fabrika İnsanları" adında büyük bir roman tasarlamıştır. Ama bu çalışmasını bir türlü yayımlama olanağı bulamamıştır. Yayınevlerinin önerisi ya da isteği üzerine kitabı parçalara ayırarak yayımlar. İşte "Murtaza" bu parçalardan biridir.

Murtaza büyük ses getirir. Yazar roman kahramanıyla ilgili şöyle der; “Murtaza, komik bir tip olmakla birlikte, örneğin, bir soytarı mıdır? Kendi kendimi hemen yanıtlamışımdır: Hayır! Peki, nedir Murtaza? Murtaza bence, elleri üzerinde yürümeyi olağan saymaya başlamış bir toplum, belki de bir dünyada, ayakları üzerinde yürüyen, bakışlarını da böyle yürümeye zorlayan, kendi kendine inanmış bir kişidir. İçinde yaşadığı toplumla her an zıtlaşan, bitmez tükenmez çelişkilere düşen bir adam için, toplum kalın bir çizgiyle kabaca ikiye ayrılmıştır: Varlıklılar, yoksullar…”

*****

Orhan Kemal bu dönemde de yoğun bir çalışma temposu sürdürmüştür. "Bereketli Topraklar Üzerinde", "Dünya Evi", "Hanımın Çiftliği", "Arka Sokak" bu dönemin ürünleridir.

"Arka Sokak", hep yoksul insanları, işçileri, kötü yaşamları anlattığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğramıştır. Yargılama sırasında yargıç iddia makamına uyarak konuları neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştur. Orhan Kemal’in yargıcın sorusuna verdiği cevap, gerçekten de kendini anlatmaktadır. “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok…”

Orhan Kemal bu davadan beraat etmiştir…

*****

1957’de dördüncü çocuğu Işık dünyaya gelir. Oğlunun doğumu üzerine şunları yazar: 1957 Türkiye’sinin pahalılığı ile alay eder gibi, dördüncü çocuk babası olarak yeni güne giriyorum, hayırlısı…

Orhan Kemal, bu yıllarda roman, hikâye ve oyunların yanı sıra senaryo da yazmaya başlamıştır. Lütfi Akad için hazırladığı senaryo çalışması "Gurbet Kuşları" filme çekilmeyince, hemen romana çevirmiştir. Suçlu, Vukuat Var, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları gibi birçok romanını oyun olarak tekrar kaleme almıştır.

1965’te "Bir Filiz Vardı" adlı romanı basılır. İlk romanlarından sonra kendinden çok bahsetmeyen Orhan Kemal, bu roman ile otobiyografik romanlarına dönüş yapmıştır. Asıl adı Ülkü olan Filiz, yazarın son aşkı olmuştur.

*****

Orhan Kemal 1960 yılında 47 yaşındayken, Ülkü ile genç kızın çalışmakta olduğu İhsan Özmanav’ın kitabevinde tanışmıştır. 17 yaşında, zeki, alımlı, ince bir kızdır Ülkü. Orhan Kemal bu tanışmadan sonra kitabevine daha sık gitmeye başlamıştır.

“… Akşam, sabah, akşam, derken öğlenleri de eklendi. Elimde değil gitmemek. Onun çalıştığı kitabevinin yakınlarından geçmemek elimde değil..."

Kısa bir sürede daha sık görüşmeye başlamışlardır. İlkin Orhan Kemal bu durumu adlandıramamış ve günlüğüne şunları not etmiştir: O’nu seviyorum demeye utanıyorum. O kadar çocuk ki. Beni bu kıza bağlayan ne?

Orhan Kemal’in Ülkü ile ilişkisi günden güne ilerlemiş ve sonunda Orhan Kemal, Beyoğlu’nda Alyon Sokak’ta Ülkü ile birlikte bir ev tutmuştur. Yıllardır kocasına destek olan ve Orhan Kemal’in romanlarındaki fedakâr, çalışkan, anaç kadın tipinin temsilcisi Nuriye Hanım bunu duyunca sarsılmış, fakat bir süre sonra durumu sessizce kabullenmiştir.

Orhan Kemal bu dönemde özellikle de yakın dostlarının ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Eşinin, ailesinin durumu, arkadaşlarının eleştirisi ve geçim sıkıntısı gibi nedenlerle, Ülkü’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Ülkü 1963 yılında bir başkasıyla evlenmiştir.

*****

Orhan Kemal, 1967 yazında eşiyle denize girerken bir kriz geçirir. Denizden dönünce Bab-ı Ali’ye gider ve orada bir kriz daha gelir. Arkadaşları O’nu hemen doktora götürür. Doktor hastanede kalması gerektiği konusunda ısrar etse de, doktora ancak ertesi sabah hastaneye yatabileceğini söyleyip, kafasındaki işleri halletmek üzere doğruca eve gider.

O geceyi de şöyle anlatır: O gece, sırtüstü uzandığım yerden oğlum Kemali’ye, çıkmış-çıkacak kitaplarımın listesini yazdırdım. Borçlarımı, alacaklarımı not ettirdim. Hastaneye gitmek var, çıkmak olmayabilirdi…

Tedaviden sonra sağlığı yerine gelir. 1970 yılında eşi Nuriye Hanım’la beraber Bulgar Yazarlar Birliği’nin daveti üzerine Sofya’ya giderler. Fakat rahatsızlığı orada da tekrarlamış, geçirdiği kriz sonrasında Sofya Hükümet Hastanesi’ne yatırılmıştır.

Önceleri durumu iyi görünse de, kısa bir süre sonra konuşamaz olmuştur. Doktorlardan istediği bir kâğıda şunları yazar: Eşe dosta selam… İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım, kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…

O kara gün, 2 Haziran 1970’te, saat 21.15’te, 56 yaşındayken henüz, “İnsan dediğin cart diye ölmeli, altına oturak falan sürülmeden… Her şey birdenbire olmalı… Böyle ölmek isterim… Kimseye muhtaç olmadan…” demişti ya. Öyle de oldu… Orhan Kemal hayata gözlerini yumdu…
6 Haziran’da cenazesi özel bir arabayla Kapıkule sınır kapısına getirildi. Eski arkadaşlarından bir grup O’nu karşıladı ve İstanbul’a kadar arabasına eşlik ettiler. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Anısına, her dem dik duruşuna, Türk edebiyatına katkısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…




ARŞİV YAZILAR