Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

“Sermayem derdimdir…”


Bir yerlerden kulağıma çalıyor. Hâlâ ve daima. Özlediğimde…

Uzaklardan geliyor bir nağme. Vuruyor yüreğimin ince teline...

"İşte gidiyorum çeşmi siyahım..." diyor.

"Aramıza dağlar sıralansa da..."

"Sermayem derdimdir..." diyor Usta... "Servetim âhım..."

Sanki yine, yeniden ilk defa dinler gibi...

Bu nasıl söz? Bu nasıl kelam? Şaşırıp kalıyorum yine, bu nasıl derin anlam?

"Karardıkça bahtım karalansa da..."

Bildiniz mi dostlar? Âşık Mahzuni Şerif derler adına...

Dedim ya: Yine, yeniden, yakıyor da geçiyor adeta; ustanın sazından dökülenler, vuruyor yüreğimin mıhına mıhına...

Asıl adı Şerif Cırık...

23 yıl önce bugün, 17 Mayıs 2002’de, henüz 62 yaşında, memleketinden çok uzaklarda, Almanya’nın Köln şehrinde ayrıldı aramızdan. Ama hâlâ, hâlâ ve daima yaşıyor Usta ve yaşayacak sonsuza kadar yüreğimizde, muhteşem eserlerinde; andığımızda, hatırladığımızda, anladığımızda…

*****

17 Kasım 1940'da, Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nin şu andaki ismi “Tarlacık” olan Berçenek Köyü’nde dünyaya geldi.

Soyu Horasan'dan Tunceli'ye göçen Ağuiçen aşiretine dayanmaktadır. Babasının adı Zeynel, annesinin adı Döndü... 

"Şerif" adı, kendisi doğmadan önce ölen amcasının adına ithafen verildi. Yazdığı bir dörtlükte doğum tarihi ve soyu hakkında şunları dile getirir:

"Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuz
Kasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim.
Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuz
Ben faninin acısına, seyrü sefadan geldim."

*****

1940’lı yıllarda Berçenek’te ilkokul olmadığı için, Elbistan’ın Alembey Köyü’nde, Lütfü Efendi Medresesi’nde Kur’an eğitimi aldı.

Sonrasında köyüne gelen ilkokulu bitirerek, 1956 yılında Mersin Astsubay Okulu’na gitti. 1960 yılında, Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’nu bitirdi.

Başarısının gereği, Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşın çeşitli gerekçelerle ordudan ihraç edildi.

Ardından tek bildiği işe döndü. Müzik yapmaya başladı. 1961 yılından itibaren; yüzlerce plâk, kaset yaptı. Hakkında yazılan ve kendi yazdığı kitaplar, uluslararası edebi tartışmalara konu oldu.

1998 yılında, dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı aldı.

*****

Mahzuni Şerif, kendisini dünya kültürleri içinde bir parça, mazlum milletler içinde ise bir birey olarak tanımlamış ve bu iki gerçekten yola çıkarak; sapmadan, dönmeden kendi yolunda devam etmiştir.

Mahzuni ordudan ayrıldıktan sonra toplumsal, siyâsi konuları ele alıp; bir yandan geleneksel Halk şiirini devam ettirirken, diğer yandan da protest şiirlerle, halkın sorunlarını dile getirmiş; bir halk âşığı, halk ozanıdır.

12 yaşında gönül verdiği bu geleneği, yaşamı boyunca devam ettirmiştir.

Mahzuni, 1961 yılında, adını Suna yaptığı İtalyan asıllı Sovina’yı çok sever ve O’nu kaçırarak evlenir. Bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlı üç çocukları olur.

1964 yılında dünyaya gelen oğulları Emrah, henüz birkaç aylıkken; Mahzuni, Suna ve Emrah’ı babası Zeynel’e emanet ederek, vatani görevini yapmak üzere askere gider. Bu arada hastalanan Emrah’ı, o zamanlar sadece iki çocuk doktorunun bulunduğu Elbistan’a götürürler. Doktor tarafından hiç de iyi karşılanmazlar. Bu olay, mektupla, askerde bulunan Mahzuni’ye bildirilir. İşte tüm Türkiye’nin tanıdığı; “Acı Doktor Bak Bebeğe Berçenek’ten Yaya Geldim” türküsü, o günkü olaya aittir.

*****

1971 yılında, askeri darbe sonucu Süleyman Demirel hükümeti devrilmiş, Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulmuştu. Bu hükümet, sol düşünceye karşı şiddetli baskı uygulamış ve 1972 yılında, üç fidan; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmişlerdi.

Bu olaylar üzerine Mahzuni Şerif, çıkardığı 45’lik plakta, “Erim erim eriyesin, sürüm sürüm sürünesin...” diyordu. Bu şiiri yüzünden, hakkında hemen dava açıldı. Fakat devrin başbakanı Nihat Erim, “Bir halk ozanı, Başbakanı sevmek zorunda değildir” diye ifade verip, şikâyetçi olmayınca; dört yıl yerine, 10 ay hapis yatıp tahliye oldu.

*****

Yıl 1973...

Mahzuni Şerif, elinde sazı, Sivas’ın Sivrialan Köyü’ne, Âşık Veysel’i ziyarete gider. Âşık Veysel’e, Mahzuni’nin geldiğini söylerler.

Mahzuni içeri girince, Veysel Baba ayağa kalkar. Yanındakiler şaşırır. Çünkü Âşık Veysel, o tarihe kadar kimseyi ayakta karşılamamıştır. Veysel Baba’ya, neden Mahzuni’yi ayakta karşıladığını sorarlar. Veysel Baba’nın cevabı çok açıktır: Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir...

*****

70’li yılların ortalarında, 8 yıl süre ile sahnelere çıkması ve yurtdışına gitmesi yasaklanır. Geçimini ufak bir dükkânda, plâk satarak sağlamaya çalışır. Bu yasaklı yılları şöyle anlatır Âşık Mahzuni: Türkü söyleyememek beni çok üzüyordu. Canlı bir balığı tutun ve kumun üzerine atın. O balık, o denize nasıl bakıyorsa, ben de türkülere öyle bakıyordum.

Mahzuni Şerif, hızla ünlenince; 1970’lerde, başka türkücüler ve pop sanatçıları da O’nun eserlerini okumaya başladılar. Ersen ve Dadaşlar, Edip Akbayram, Cem Karaca, Selda Bağcan gibi pop sanatçıları; onun tutulan türkülerini okuyarak, bir anlamda ünlerine ün katmıştır.

1980’li yıllarda, bir yandan popüler şarkı ve türküler yaparken, bir yandan da insanın özüne doğru yolculuk yapıyordu Usta...

O, toplumun içindeki bozuk, yabancılaşmış insan tiplerini ele alarak; taşlamalar yazıyordu. Gündelik yaşamda gördüğü kötü insanları, tiplemeler halinde hicvediyordu. “Fırıldak Adam” ve “Zevzek” bu tiplemelerdendir.

Cahil ama çıkarcı kurnazları, tek tabanca ile devrimcilik yapacağını zanneden maceracıları; yerden yere vuruyordu.

*****

Yıl 1993... Temmuz ayı... Ayın 2'si...

Sivas mı daha sıcak; yüreklere – bedenlere, cayır cayır yakılan ateş mi?
35 aydın insan, tüm dünyanın gözü önünde yakıldı. Hem de Türkiye’nin tam ortasında Sivas’ta, 8 saat abluka altında kaldıktan sonra… 

Mahzuni dertlendi... 

Hemen yazdı, yaktı türküsünü:

"Devlet baba, devlet baba!
Ne kötülük ettik sana.
Döne döne yana yana.
Piştik Sivas ellerinde...

Mahzuni, tekbir sesliler.
İçerde yanıyor canlar.
Şeriatın içtiği kanlar.
Bileniyor tüm insanlar.
Tüm Sivas’ın suçu yoktur.
Ama yaktı Sivaslılar..."

*****

Anlat anlat, biter mi ilginç hikâyesi, insan duruşu, can oluşu, o muhteşem üretimleri? Usta… Yetmez ki bir kâğıt, bir kalem. Benimki de bir özet sadece, isteyen bedene bir ilaç, bir parça merhem…

Âşık Mahzuni Şerif, son iki yılında, ölümünün yaklaştığını düşünmüş olacak ki; dostlarına vasiyetini açıklar:

“Öldüğünde, Hacıbektaş’a, pîrinin irşad ettiği topraklara gömülecek, mezarının bulunduğu topraklara bostan ekilecek, gelen geçen yolcu, bu bostanlardan yiyecektir.”

*****

Sekiz çocuk, dört torun, binlerce bize bıraktığı -evlatları- eserlerin sahibi olan Mahzuni, 23 yıl önce bugün, 17 Mayıs 2002'de, 62 yaşında, Almanya’nın Köln şehrinde hayata gözlerini yumdu.

Ve hâlâ, o anda bile; devletin düzenini yıkmak suçundan yargılanıyordu.

"İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.
Önüme de, dağlar sıralansa da.
Sermayem derdimdir, servetim ahım.
Karardıkça bahtım karalansa da...

Hadi dolaşalım yüce dağlarda.
Sen beni bıraktın ah ile zarda.
Ötmek istiyorum viran bağlarda.
Ayağıma cennet kiralansa da...

Bağladım canımı zülfün teline.
Dost beni bıraktın elin diline.
Güldün Mahzuni’nin berbat haline.
Mervan’ın elinde pârelense de..."

Türkü yaka yaka, vatanına hasret gitti adeta...
 
Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındaki “Çilehane” adı verilen bölgede, huzur içinde yatıyor şimdi ebedi istirahatgâhında...

Ama ölmedi, yaşıyor. Andıkça, hatırladıkça, hatırlattıkça; yüreğimizde, eserlerinde...

Görebiliyor musunuz?

Hissedebiliyor musunuz?

Duyabiliyor musunuz, duyumsayabiliyor musunuz; gönül telinize vuran mısralarda...

Anısına, dik duruşuna ve muhteşem üretimlerine saygıyla...




ARŞİV YAZILAR