Ölüm yıl dönümünde saygıyla...
***
Nâ-zım Hik-met, ağıza ne dolu dolu geliyor değil mi? Mavi gözlü dev, bir dünya ozanı, yurduna - insanına âşık, olabildiğince vatan sevgisi.
Dostu Vâlâ Nureddin'in dediği gibi: Bir Nâzım geçti bu dünyadan. Bir Nâzım geçti bu coğrafyadan. Yaşadı, yazdı! Mahpus yattı, yazdı! Sevdi, yazdı! Yine mahpus yattı, yine sevdi kadınlarını, yine yazdı. Özledi de; memleketini, yârini, yazdı yine.
Gün geldi, karşı taraftan seslendi: Memeeet, Memet! Memlekeeet memleket, diye. Gün geldi; Ankara'sı, Bursa'sı, İstanbul'u, Çankırı'sı mahpuslarda bitlendi! İnanın dostlar, Nâzım; memleket sevdasından hiç vazgeçmedi.
Yılmadı. İnsanları için! Şiir için! Özgürlük ve mücadele için! İnsanca yaşamak için. Yaşadı, mücadele etti, sevdi ve dokundu, yetiştirdi; şair, yazar, ressam yaptı çevresindekileri.
Orhan Kemâl’in Bursa Cezaevi’nden ayrılırken yazdığı şiirindeki gibi mertçe kavga etmeyi öğretti. Ve hep yazdı usta. Okuduk çokça. Nasıl anlatmalı ustayı bilmem? Yeter mi ki; bir gün, bir yürek buluşması, kahve içimi bir dost muhabbeti, bir kâğıt, bir kalem?
Zordur Nâzım'ı anlamak ya, bile isteye derinlerinde boğulmak. Ben anlamaya çalışanlardan, çabalayanlardanım. Oku oku bitmeyen; şiirleri ve olabildiğince ilginç ve hüzünlü hikâyesi ile mavi gözlü bir dünya devi, Nâzım...
***
Nâzım'ın şiirini anlamak ya da üstüne konuşmak için, onun gerçek yaşamını da iyi bilmek gerekir. Şiirinin esin kaynakları, kendi yaşadıklarıdır. Yaşamı ile şiiri iç içedir ustanın. Yurtsever, hümanist, komünist ve hep kara sevdalıdır Nâzım. Davasına, toprağına ve kadınlarına aşkla; inandıklarına, sevdiklerine hep coşkuyla bağlanmıştır. Buna; hasret çektiği oğlunun adını verdiği, kuşu Memo da dâhildir.
Yıllarca süren hapislik; üstelik son derece haksız ve hukukun çiğnendiği bu hapislik, onun sağlığını ciddi bir şekilde bozmuştur. Şiirlerinde ve mektuplarında da yer alan bacağının siyatik ağrısı, karaciğeri, midesi ama en önemlisi kalbinin infaktı. Kalbinin yetmezliği sadece fiziksel değildir. Her şair gibi; hassas kalpler durağında, sızım sızım sızlayan yüreğiyle, ince hastalığa yakalanmıştır usta. Aşırı duygusaldır.
"Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım.
Şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile.
Aldattım kadınlarımı,
Konuşmadım arkasından dostlarımın..." diyecek kadar kıskançtır kadınlarına, aldatmak istemez ama ne yapsın; Nâzım olmak kolay mı, olabildiğince coşkuludur yüreği her daim.
Sıra dışıdır; sevgiyi sever, aşka âşıktır. Dürüsttür, dostluklara önem verir. Kalbi üçe bölünmüştür âdeta: İnsanlık meselesi, vatanı ile partisi ve aşkı - aşkları yâni kadınları, hayatının özneleri.
Diğerleri zaten tektir de; kadınları, benim bildiğim 13 tanedir. Yani bildiğim, belki çok daha fazlasıdır. Bilirsiniz usta, çapkındır.
Promete’nin çığlıklarını; kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran, mavi gözlü dev adam. Dize dize mısralarında, dünyayı ve insanlarını sevmeyi öğrendiğimiz; buram buram mücadele ve kötülerle savaş kokan satırlarında, babamız ve ağabeyimizden sonra, erkekçe kavga etmeyi öğrendiğimiz; sevginin gücünü, hikmetini, hissettirdiğini, imge imge şiirlerinde yaşatan bir usta. Tek kelimeyle: Nâzım...
Sadece Ahmed Arif’in ezbere canını verebileceği değil, şiirlerini okuyan herkesin sarhoş olduğu şiirin şâhı. Nâzım: Bir dünya ozanı…
***
20 Kasım 1901’de, Selanik’te doğar. Aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye, bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılır. Kendisi de bu tarihi benimser. Dedesi Mehmed Nazım Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde valilik yapmış bir Mevlevi’dir. Babası Hikmet Bey Galatasaray Lisesi mezunu, Kalem-i Ecnebiye’ye bağlanmış bir memurdur. Annesi ise Polonya'dan gelerek müslümanlığı kabul eden Türkolog Konstanty Borzecki'nin torunu; dilbilimci ve eğitimci Hasan Enver Paşa'nın kızı, Ayşe Celile Hanım.
Mevlevi Mehmet Nâzım Paşa, torununun eğitimiyle yakından ilgilenir. Nâzım Hikmet, ilk şiir dersini ve zevkini ondan alır. Dedesinin ve arkadaşlarının tasavvuf ve edebiyata ilişkin konuşmaları arasında büyür. Nâzım Hikmet’in eğitiminde; dönemin ileri düşüncelerine sahip ailesinin büyük etkisi olur. Bir yıl kadar Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe’deki Numune Mektebi’nde okur. Daha sonra arkadaşı Vâlâ Nureddin’le birlikte, Mekteb-i Sultâni’nin hazırlık sınıfına yazılır. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden, bu okuldan alınarak Nişantaşı Sultânisi’ne verilir.
O yıllarda elinden düşürmediği sarı yapraklı bir deftere şiirler yazar, portreler çizer. 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanır. Aynı yılın kışında, son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarlar. Deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce; 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporu ile askerlikten çürüğe çıkarılır.
Bu arada yazdığı şiirlerle ismini duyurmaya ve hececi şairler arasında, genç bir yetenek olarak tanınmaya başlanmıştır. Bahriye Mektebi’nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemâl Beyatlı’ya büyük hayranlık duyar. Yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alır.
1920’de Alemdar Gazetesi’nin açtığı bir yarışmada; ünlü şairlerden oluşan seçici kurul, birincilik ödülünü ona verir. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi dönemin genç yazın ustaları ondan sevgiyle söz ederler.
İstanbul işgal altındadır ve Nâzım, coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazar. 1920’nin son günlerinde yazdığı "Gençlik" adlı şiiri, gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırır adeta:
"Git bugün ıssız yollarda ağla!
Dört yıldır her yerde can verirken ilk.
Bak bugün mukaddes duygularınla.
Sana sus derlerken!
Haykır! Ey gençlik…"
***
Milli Mücadele’ye katılmak amacıyla, 1 Ocak 1921’de, Mustafa Kemâl’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla; Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin; Sirkeci’den kalkan “Yeni Dünya” vapuruna gizlice binerler. İnebolu’ya varınca, Ankara’ya geçebilmek için 5-6 gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekmektedir. Ama Ankara’dan, yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin’e izin çıkar.
Ankara’ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul gençliğini Milli Mücadele’ye çağıran bir şiir yazmak olur. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir; Matbuat Müdürlüğü tarafından, 1921 Mart’ında bastırılıp dağıtılır:
"Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik!
Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik.
İmanına azmine ümit bağlayanlar var..."
Şiirin yankıları büyük olur. Padişah yanlıları Meclis’te saldırıya geçerler. Matbuat Müdürü Muhittin Birgen, şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştirilere maruz kalır ve istifa eder. Celile Hanım’ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa; yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi, Meclis’e çağırarak Mustafa Kemâl Paşa’ya takdim eder. Bu görüşmede Mustafa Kemâl ile yaşanmışlıklarını; Vâlâ Nureddin, “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” adlı kitabında şöyle aktarır: Mustafa Kemâl; basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, bizim için çok önemli bir sadede girdi: “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.” dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanma bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.
***
Kısa bir süre sonra öğretmen olarak Bolu’ya atanırlar. Bolu’da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi; eşrafın, din adamlarının benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korur. Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince; Bolu’da barınamayacaklarını anlayan iki arkadaş, iyi bir öğrenim görmek ve dünyada olup bitenleri anlamak için, Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar verirler.
1921 Ağustos’unda Bolu’dan ayrılıp, Kâzım Karabekir Paşa’nın yanında, öğretmenlik yapmaya gidiyormuş gibi; vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a, oradan da 30 Eylül 1921’de Batum’a ulaşırlar.
İki genç şair Moskova’ya giderek, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne yazılırlar. Nâzım; Fransız şiirinden serbest ölçüyü biliyor olsa da, Batum’daki günlerinde Rusça gazetelerde gördüğü, uzunlu kısalı dizeler, merdiven şeklinde dizili satırlardan oluşan şiir örnekleri ilgisini çeker.
Büyük bir olasılıkla Mayakovski’nin dizeleri olan bu şiirlerin şeklinden etkilenir. Mayakovski’nin şiirinin biçimsel çağrışımlarının etkisiyle, daha serbest yazmayı dener ve ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıkar. Nâzım, kendi özgün tarzını bulmaya başlamıştır. Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını; 1923’te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilere göndererek yayımlanır.
***
Vatan hasreti ağır gelmiştir. Üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek ister. Yine gizlice Türkiye’ye gelir. Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. İstanbul’da polis tarafından izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için İzmir’e geçer. 1925’te, ilk şiir kitabı Dağların Havası’nı yayımlar.
"Bu bir türkü:
Toprak çanaklarda,
Güneşi içenlerin türküsü...
Bu bir örgü:
Alev bir saç örgüsü!
Kıvranıyor;
Kanlı,
Kızıl bir meş'ale gibi yanıyor.
Esmer alınlarında,
Bakır ayakları çıplak kahramanların...
Ben de gördüm o kahramanları,
Ben de sardım o örgüyü,
Ben de onlarla,
Güneşe giden,
Köprüden geçtim...
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü.
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
Altın yeleli aslanların ağzını,
Yırtarak gerindik…
Sıçradık;
Şimşekli rüzgâra bindik!
Kayalardan;
Kayalarla kopan kartallar,
Çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını…
Alev bilekli süvariler kamçılıyor,
Şâhâ kalkan atlarını!
Akın var,
Güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz,
Güneşin zaptı yakın...
Haykırdı en önde giden,
Emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
Bu kuvvet;
Yaralı aç kurtların gözlerine perde
Vuran,
Onları oldukları yerde
Durduran.
Kuvvet...
Emret ki; ölelim,
Emret…
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
Coşuyor!
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde,
Mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor...
Akın var,
Güneşe akın!
Güneşi zaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın...
Toprak bakır,
Gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü;
Hayyy-kırrr,
Haykıralım...”
***
Şeyh Sait İsyanı üzerine, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır. Bu kanunla bazı gazeteler ve dergiler kapatıldığı gibi, Aydınlık Dergisi’ndeki yazarların çoğu da tutuklanır. Ankara’da İstiklâl Mahkemesi’ndeki dava; 12 Ağustos 1925’te sonuçlandığında, Nâzım da 15 yıla mahkûm edilir. Bunun üzerine usta, gizlice yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. Cezasının 1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, yurda dönebilmek için Türk Elçiliği’ne başvursa da, olumlu karşılık alamaz.
Bu arada; Eylül 1927’de, İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada, gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla da, 3 ay hapse mahkûm edilir. 1928’de gizlice sınırı geçerek Kafkasya’dan Türkiye’ye girer. Arkadaşı Laz İsmail ile Hopa’da yakalanıp, Hopa Cezaevi’nde iki ay kalırlar. Yargılanmak üzere Hopa’dan Rize’ye gönderilmeleri, tutukluluklarının sona ermesini sağlar.
Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapistir. Ama başka bir suçtan cezaları bulunup bulunmadığını araştırmak için gönderildikleri Ankara’da serbest bırakılırlar. Ankara’daki dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere; onun Halkevi’nde çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu’yu dolaşmasını isterler. Ama Nâzım Hikmet; İstanbul’da Zekeriya Sertel’in çıkardığı, Resimli Ay Dergisi’nin yazı kadrosuna katılır.
***
"Akıyordu su,
Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını!
Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını...
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere,
Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere...
Birdenbire kuş gibi; vurulmuş gibi kanadından,
Yaralı bir atlı yuvarlandı atından...
Nal sesleri sönüyor perde perde;
Atlılar kayboluyor, güneşin battığı yerde...
Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar…
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…
Atları…
At…
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat...
Akarsuyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi, renkler silindi…
Siyah örtüler indi mavi gözlerine.
Sarktı salkım söğütler, sarı saçlarının üzerine...
Ağlama salkım söğüt,
Ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama!
El bağlama!
Ağlama…"
1930’da Salkım Söğüt ile Bahri Hazer şiirleri, kendi sesiyle plâğa kaydedilir. Yirmi günde tükenen bu plâğın kahveler, lokantalarda çalınmaya başlandığı görülünce; polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu, firma plâğın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçer.
1 Mayıs 1931’de ilk beş kitabındaki şiirlerinde, bir zümrenin başka zümreler üzerinde hâkimiyetini temin etmek maksadıyla halkı suça teşvik ettiği iddiasıyla mahkemeye verilir. Ancak beraat eder. Oysa şair; “Gece Gelen Telgraf” toplandıktan iki hafta kadar sonra, 22 Mart 1933’te gizli örgüt kurmak; İstanbul, Bursa, Adana’da duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak, komünizm propagandası yapmaktan tutuklanır.
1 Haziran 1933’te, Bursa Cezaevi’ne gönderilir. İdam talebiyle başlayan dava, 5 yıl hapis kararıyla son bulur. Temyiz bu kararı bozduysa da, Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direnir. Cumhuriyet’in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla, bu cezanın 3 yılı indirilince, geriye bir yıl kalır. Oysa Nâzım Hikmet, bir buçuk yıldır tutukludur. Böylece 6 ay alacaklı olarak, cezaevinden çıkıp İstanbul’a gelir.
1930’da tanışıp, 1931’de evlenmeye karar verdiği halde; kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935’te evlenir. Piraye’nin ilk kocasından iki çocuğu vardır. Böylece Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenir. Akşam Gazetesi’nde, Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başlar.
PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ SAAT 21 - 22 ŞİİRLERİ
19 Eylül 1945…
Ne güzel şey hatırlamak seni!
Ölüm ve zafer haberleri içinden,
Hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken...
Ne güzel şey hatırlamak seni!
Bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında
Vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir,
Seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
Güneşli bir rahatlık ve etin daveti…
Kıpkızıl çizgilerle bölünmüş;
Sıcak, koyu bir karanlık...
Ne güzel şey hatırlamak seni!
Yazmak sana dair,
Hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek…
Filânca gün, falanca yerde söylediğin söz;
Kendisi değil,
Edasındaki dünya...
Ne güzel şey hatırlamak seni!
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine.
Bir çekmece,
Bir yüzük
Ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım…
Ve hemen,
Fırlayarak yerimden,
Penceremde demirlere yapışarak;
Hürriyetin sütbeyaz maviliğine,
Sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...
Ne güzel şey hatırlamak seni!
Ölüm ve zafer haberleri içinden,
Hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken...
22 Eylül 1945…
Kitap okurum:
İçinde sen varsın,
Şarkı dinlerim:
İçinde sen…
Oturdum ekmeğimi yerim:
Karşımda sen oturursun,
Çalışırım:
Karşımda sen…
Sen ki; her yerde «hâzır-ı nâzır»ımsın;
Konuşamayız seninle,
Duyamayız sesini birbirimizin:
Sen benim sekiz yıldır dul karımsın...
***
Yakın dostu Vâlâ Nureddin'e göre Nâzım Hikmet; şiirlerini, ahengini duymak için ayakta yüksek sesle söyler. Şiirleri kâğıda yazarken son derece titiz davranır. Şiirdeki bir virgülün yerini değiştirmek için, kâğıdı yırtıp şiiri tekrar yazmaktan hiç üşenmez. Şiirin içine iyice girdiğinde, mısraları nakış işler gibi yazar.
Çankırı Cezaevi'nden; "Oğlum" dediği Kemâl Tâhir ise, onun şiir yazmasını şöyle anlatır: Bir sarı defter alır, ilk sayfasına şiirin adını, daha sonra ilk mısrasını yazardı. İkinci mısrayı bulduğu zaman ilk sayfayı kopartır; yeniden şiirin adını, ilk mısrasını, altına da ikinci mısrasını yazardı. Bu böylece sayfa dolana kadar, 20-30 kere üşenmeden sürüp giderdi. Bir tek virgül değiştirmek için bile; yeni bir sayfaya, en baştan başlayıp yazdığını çok gördüm. Şiiri bazen notalara çevirecek kadar çizip karalayarak, yazar giderdi.
***
Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken, kendisine görüşmeci gelen dayısının kızı Münevver Berk’e âşık olur. Yaşanılan onca çalkantıdan sonra cezaevinden çıkınca karısı Piraye’den ayrılır, Münevver Hanım’la yaşamaya başlar. 26 Mart 1951’de Mehmet Nâzım adında bir oğulları olur. Fakat bu mutlu dönemler kısa sürer. Polis onu devamlı takip etmektedir. 48 yaşında ve hasta olmasına rağmen askere çağrılır.
Uzun hapishane yıllarından ve kirli tuzaklardan epey çekmiş biri olarak, Nâzım çok tedbirlidir. Aklına Sabahattin Ali gibi askerken sınıra gönderilip, kaçmak suçuyla öldürüleceği korkusu gelir.
Vatanında; ailesi, dostlarıyla birlikte olma isteği ve tekrar hapse atılma korkuları arasında bocalamaktadır. Sonunda karar verir. Bu kararını yakın dostu Vâlâ Nureddin şöyle açıklar: Şöyle bir söz vardır. “İdeal uğrunda zorluklara katlanıp yaşamak, ideal uğrunda ölmekten zordur.” İlk gençliğinde ideal uğrunda ölmeyi amaç bilen Nâzım; hayatının sonraki kısımlarında daha zor yolu, amacı uğrunda zorluklara katlanıp yaşamak yolunu seçti.
"Karşı yaka memleket!
Sesleniyorum Varna’dan, işitiyor musun?
Memeeet… Memet...
Karadeniz akıyor durmadan!
Deli hasret, deli hasret!
Oğlum; sana sesleniyorum, işitiyor musun?
Memeeet… Memet...
Sofya’dan;
Sofya’ya, bir bahar günü girdim şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum;
Böyleymiş kaderim, elden ne gelir…
Memeeet… Memet..."
Daha sonra da Nâzım Hikmet o dönemi şöyle anlatır: 13 sene hapiste yattım. Bu 13 senelik hapis, doğrudan doğruya işlediğim bir suçun karşılığı değildi. Uydurulmuş bir suçun, omzuma yüklenen bir suçun cezasıydı. Hapisten çıktıktan sonra, 48 yaşımda beni askere almak istediler. Ben askerden kaçan adam değilim. Ama o yüreğimle askere gitmek, bu şerefi hayatımla ödemem demekti. Haberini de almıştım zaten. Askere alma bahanesiyle harcayacaklardı beni. Sonra da, “Nâzım Hikmet askerden kaçtı, kaçarken öldürdük.” diyeceklerdi.
***
Nâzım Hikmet; 17 Haziran 1951 Pazar sabahı saat dokuzda, deniz yoluyla vatanından ayrılır ve artık dönüşü olmayan bir yola çıkar. Bundan sonra Nâzım Hikmet; hayatının sonuna kadar o çok sevdiği, uğruna ömrünü feda ettiği vatanına hasret, Moskova’da yaşar.
Araya giren on yıllık ayrılık ve uzaklık nedeniyle şair, eşi Münevver’i ve oğlunu görme ümidini büsbütün yitirir. Vefat etmeden birkaç yıl önce, Vera Tulyakova’ya âşık olur.
VERA'NIN UYKUDAN UYANIŞI
Uyandın gülüm!
İskemleler uyandı.
Köşeden köşeye koşuştular...
Masa da öyle...
Doğrulup oturdu kilim.
Nakışları açıldı, katmer katmer...
Ayna, seher vakti gölü gibi uyandı.
Açtı kocaman mavi gözlerini pencereler...
Uyandı balkon.
Toparladı bacaklarını, boşluktan...
Tüttü karşı damda bacalar.
Kaldırımlar, akasyalar ötüştü...
Bulut uyandı.
Attı göğsündeki yıldızı odamıza...
Evin içinde, dışında uyandı aydınlık.
Doldu saçlarına senin;
Dolandı çıplak beline, ak ayaklarına senin...
Ve sabah karanlığı…
Gülüm çıkar yataktan; bir kayısı gibi çıplak,
Mavi afişteki güvercin gibi aktır sabah karanlığında...
***
Yüreği sevgi dolu insanlarda; hasret, olabildiğince ağırdır, bilirsiniz. Onu görmek ister, özlediğini; yüreğine dokunmak, sevgisini göstermek, gözlerinde boğulmak.
Nâzım'ın son, Moskova yılları... Memed ile arasına kilometreler girmişti. Çok özlüyordu Nâzım, biricik oğlunu. Özlüyordu da, Vera’nın ilk evliliğinden olan kızı Anyuta vardı yanında. Onun sevgisini ve güvenini kazanmak, öz çocuğuyla arasına giren mesafelerin azalmasına vesile olacaktı bir anlamda. Küçük bir çocuğun kalbine girebilmek için, minik minik hırsızlık yapabilecek bir koca yürek. Evet; hırsızlık, yanlış duymadınız! İşte size bilinmeyen bir yönüyle Nâzım Hikmet.
Vera anlatıyor: Yurtdışında uzun süre kaldığımızda, annemin ve Anyuta’nın hediyelerini Nâzım seçerdi. Sevgi, sevgiyi gösterme, hediye, ilgi; tam da Nâzım'ın konularıydı bunlar. Bu konularda sınır tanımazdı. İsteyip de giremeyeceği kalp yoktu. Bilirdim; beni sevdiği için, Anyuta'yı da çok severdi.
Ki, gerçek sevgi budur bana göre! Her şeye rağmen; ibadet eder gibi, beklentisiz ve her şeyiyle.
Biz yine dönelim Vera’nın anlattıklarına: Anyuta için özel bir şey yapmak istiyordu. Öyle ki; Anyuta, Nãzım amcasının onu unutmadığını anlasın. “Ona bir bluz ya da pabuç alabileceğimi biliyor. Hayır, iş bunda değil!” diyordu. Ve bir gün buldu ne yapması gerektiğini: Bir yolculuktan Moskova’ya döndüğünde, Anyuta’yı yanına çağırdı ve şöyle dedi bir komplocunun ses tonuyla: Al Anyuta! Sakın kimseye söyleme. Yoksa ikimiz içinde çok ayıp olur. Bütün bunları senin için aşırdım. Ve kızın kucağına; yabancı uçaklarda yolculara verilen renk renk yuvarlak balonlar, Karavella tuvaletinden bir şişe kolonya ve daha bir sürü ıvır zıvır doldurdu. Şimdi ikisini birbirine bağlayan gizli bir sır vardı aralarında. Nâzım, bir kalbe daha girmişti. Anyuta; sorgulamadaki bir partizan gibi saklıyordu Nâzım amcasının gizini. O andan sonra Anyuta için hırsızlık yapmak, Nâzım için bir tutku oldu. Bir gün, Paris’te bir İtalyan Karavella uçağına bindik ve Nâzım hemen ‘çalışmaya' koyuldu. Hostes şekerleme tepsisiyle gelir gelmez; Nâzım bir avuç aldı, sonra biraz duraksayıp, bir avuç daha aldı. Hostes; yardımcısı erkek görevliye, “Ne kadar açgözlü bu bay!” dedi. Nâzım anlamıştı. “Açgözlü değilim!” dedi ve dürüstçe; Moskova’da küçük bir kızı olduğunu ve eğer ganimetsiz dönerse, kendisini unutmuş olduğunu düşüneceğini açıkladı. Genç kız büyük bir ciddiyetle dinledi Nâzım’ı. Ve beş dakika sonra; görkemli bir tavırla, Al-İtalia firmasınca pek güzel paketlenmiş bir kilo akide şekerini, bir ödül gibi getirip sundu ona. Nâzım, “Alamam bunu. Mesele bu değil! Anlıyor musunuz, bu değil mesele! Dürüst olmam gerek. İşin püf noktası burada, onun için hırsızlık yapmamda, anlıyor musunuz?” diyerek itiraz etti. Kız güldü ve “Böyle tuhaf bir bayla karşılaşmadım hiç!” dedi. Ve bir komplocu gibi, bazı yararlı öğütler fısıldadı ona. Uçaklarında neyin nereden aşırılabileceğini söyledi. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim cancağızım!” diye şakalaştı Nâzım. “Çevreyi iyice kolaçan edemedim daha. Birazdan keşfe çıkarım.” Sonra dergileri karıştırmaya başladı. Bunların arasında; daha çok reklamlardan oluşan, kalın bir Air France dergisi de vardı. Ve birden, “Vera, bak şuna!” diye seslendi heyecanla. “Olacak şey değil! Benim şiirim. ‘Deniz’ üstüne olan. Sayfayı Abidin düzenlemiş." Yine kibar bir tonla, “Cancağızım!” diye seslendi hostese. “Burada şiirim var benim. Bu dergiyi bana hediye edebilir misiniz?” Hostes, “Bizim dergimizde ancak ünlüler yayımlanır. Demek siz... Gidip hemen kaptan pilota sorayım.” Ve elindeki dergiyle koşup gitti. Kaptan pilot, pilot mahallinden Nâzım'a ve tüm yolculara, "Aramızda ünlü Türk şair, Nâzım Hikmet var sayın yolcularımız. Hoş geldiniz Nâzım Hikmet. Şeref verdiniz.” diyerek seslendi. Ardından yanımıza geldi. Dergiyi; görkemli bir tavırla Nâzım’a uzatarak, ‘dümen başında’ olduğu için bu olayı İtalyan usulü, gerektiğince kutlayamamaktan ötürü üzüntüsünü belirtti.
***
Vee… 3 Haziran 1963 sabahı... Garip bir gün Moskova'da; oradan yayıla yayıla, tüm dünyada. Vera her zamankinden erken uyandı. Pencereden içeri giren güneş hemen odayı ısıtıvermişti. Nâzım'ı uyandırmamak için yataktan kalkmadı. Ama az sonra saat yedi buçuğa doğru, apartmanın kapısındaki kutuya gazetelerin konduğunu duydu. Kapağın açılışını Nâzım da duymuştu. Vera'yı uykuda sanarak usulcacık yataktan fırladı. Ayaklarının ucuna basa basa koridora geçti, sessizce kapıyı açtı, kutudan gazeteleri aldı. Birden dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri karardı, yere yığıldı kaldı.
Bir bacağının üzerine oturmuş, öteki bacağını ileriye uzatmış gibiydi. Sırtı kapıya dayalıydı. Bağıracak, Vera'yı çağıracak gücü kalmadan; oracıkta gözlerini kapamış ve dünyaya veda etmişti.
Vera, yatakta onun dönüşünü bekliyordu. Ses çıkmayınca meraklandı. Telaşla yerinden fırladı; tuvaletin kapısını açtı, Nâzım yok. Banyonun kapısını açtı; Nâzım, orada da yok. Mutfak kapısını açtı, Nâzım yine yok. Kapıya koştu. Bir de baktı Nâzım yerde; başı öne eğik, gözleri kapalı, kapıya yaslanmııııııış kalmış.
Vera ellerini Nâzım'a uzattı, en ufak bir kımıldama yok. Çılgına döndü. Acı gerçeği anlamıştı. Hemen telefona koştu. En yakın arkadaşının numarasını çevirdi ve hıçkırıklar arasında, "Nazım öldü!" dedi.
Az sonra avluya bir ambulans geldi. Beyaz gömlekli doktorlar ve hasta bakıcılar çıktı içinden. Üst kata tırmandılar. Nâzım'ın elini tuttular; nabzını aradılar, kalbini dinlediler. Nâzım daha yere düşmeden ayakta ölmüştü. Vera konuşamıyordu, ağzı kilitlenmişti. Daha sonra Kremlin Hastanesi'nin doktorları geldi. Nâzım hâlâ kapının arkasındaydı. Yerde, posta kutusunun anahtarı ve gazeteler vardı. Beyaz gömlekliler, Nâzım'ın pasaportunu istediler. Vera yatak odasında, Nâzım'ın cebinden pasaportunu alarak sayfaları çevirdi. İçinde el yazısıyla yazılmış şu şiiri buldu:
VERA’YA…
Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana...
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm...
Moskova'da, Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa verilir. Ölümünden 10 yıl önce yazdığı vasiyeti şöyledir: Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani. - Öyle gibi de görünüyor - Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa. Taş maş da istemez hani."

Anısına, Türk şiirine katkısına, vatan ve şiir sevdasına; minnetle, saygıyla…