Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

EDİP CANSEVER (8 Ağustos 1928-28 Mayıs 1986)


“Hafifçe ısırılmış bir elmanın dilimindeyim.

Elmanın kokusundayım.

Anısındayım; kim bilir, kimin?

Anılarda görünür, düşlerde görünmez insan.

Düşlerde görünen anlamlardır.

Özelliklerdir bir de belli belirsiz…

Ve

İnsansız anı yoktur. Var mıdır?”

***

Şiirlerinde bir kişi seçerek; onun üzerinden, soyutu ve somutu anlattı hep:

“Adam yaşama sevinci içinde,

Masaya anahtarlarını koydu.

Bakır kâseye çiçekleri koydu.

Sütünü, yumurtasını koydu.

Pencereden gelen ışığı koydu.

Bisiklet sesini, çıkrık sesini;

Ekmeğin, havanın yumuşaklığını koydu…

Adam masaya,

Aklında olup bitenleri koydu.

Ne yapmak istiyordu hayatta,

İşte onu koydu…

Kimi seviyordu, kimi sevmiyordu?

Adam masaya onları da koydu…

Üç kere üç, dokuz ederdi.

Adam koydu masaya dokuzu.

Pencere yanındaydı, gökyüzü yanında.

Uzandı masaya, sonsuzu koydu…

Bir bira içmek istiyordu kaç gündür.

Masaya biranın dökülüşünü koydu.

Uykusunu koydu, uyanıklığını koydu.

Tokluğunu, açlığını koydu…

Masa da masaymış ha!

Bana mısın demedi bu kadar yüke.

Bir iki sallandı durdu.

Adam ha babam koyuyordu...”

***

Birey üzerinden toplumu ele aldı şiirlerinde. “Mendilimde Kan Sesleri” ismini verdiği şiirinde mesela bir işçi olan Ahmet ağabeyiyle bütün bir Türk toplumunu; çocuklar ile ülkeyi kurtarma idealini gerçekleştirecek Türk çocuklarını, Ahmet ağabeyinin sevgilisi olduğu hayâl edilen kadın ile de o çocukları yetiştirecek kadınları anlattı.

Aynı şiirde, istasyonları ve pazarları anlatarak memleketteki karışıklık ve huzursuzluğu ifade etti bir bakıma:

“Her yere yetişilir

Hiçbir şeye geç kalınmaz ama

Çocuğum beni bağışla…

Ahmet abi sen de bağışla!

Boynu bükük duruyorsam eğer

İçimden öyle geldiği için değil

Ama hiç değil

Ah güzel Ahmet abim benim

İnsan yaşadığı yere benzer…

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…

Konya’nın beyaz

Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer!

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları

Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına

Öylesine benzer ki

Ve avlularına

Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi

Ve sözlerine…

Yani bir cep aynası alım-satımına belki

Ve bir gün birinin adres sormasına benzer

Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne…

Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına

Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına

Minibüslerine, gecekondularına

Hasretine…”

***

İnsanlar ile nesneler arasında, büyük bir bağ olduğuna inandı hep. Fazla şiirin şairi, Edip Cansever. 58 yıllık yaşamı boyunca başlı başına şiire sebep...

Bugün bir şair öldü dostlar, 38 yıl önce bugün 28 Mayıs 1986'da, bir Çarşamba akşamında, çok sevdiği İstanbul'da ayrıldı aramızdan...

***

8 Ağustos 1928'de, bir sabah serinliğinde, İstanbul'un Fatih ilçesinin Soğanağa semtinde doğdu Edip. 3 kız kardeşiyle birlikte, 4 çocuklu ailenin 3. ferdiydi. Ailesi ona Ömer Edip ismini koydu. Fakat Ömer adını; henüz 19 yaşında çıkardığı “İkindi Üstü” adlı ilk şiir kitabı ve ilk şiirleri haricinde kullanmadı.

İlkokulu; İstanbul'da, 56'ıncı İlkokul'da tamamladı. Ortaokul ve liseyi ise İstanbul Erkek Lisesi’nde. Henüz ortaokul yıllarında Fatih’teki Millet Kütüphanesi’nde; eski sanat dergilerini okuyup notlar alarak başlayan şiir yazma isteği, İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğu yıllarda artarak devam etti. Okulun Babıâli’ye oldukça yakın oluşu sebebiyle; akşamüstleri Marmara, ABC ve Yokuş kitabevlerine uğrayarak, yeni şiir anlayışını tutkuyla izledi.

Millî Eğitim Bakanlığı yayınlarından çıkan kitaplar aracılığıyla; Yunan ve Latin klâsiklerini, Dünya edebiyatının klasiklerini okudu. İlerleyen yaşlarında Marksizm ve sol düşünce ile tanıştı.

İlk şiiri 1944'te İstanbul dergisinde yayınlandı. Yücel, Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini; "İkindi Üstü" başlıklı kitapta topladı. Bu şiirlerde; varlıklı, her şeye yaşama sevinciyle bakan bir gencin avarelikleri, duyguları ön plandaydı.

Liseden mezun olunca, Yüksek Ticaret Mektebi’ne kaydoldu. Aynı dönemde babasının Kapalıçarşı’daki dükkânında çalışmaya başladı. Hayata erken atıldı. Yine henüz 19 yaşında ilk kitabını çıkardıktan hemen sonra; 12 Nisan 1947’de, aile dostları tarafından tanıştırıldığı Mefharet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten, Nuran ve Ömer adını verdikleri iki çocukları oldu.

1950 yılında yedek subay olarak askerlik hizmetini tamamladı. Askerlik dönüşünde; Kapalıçarşı'da, babadan kalma dükkânda turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1951'de Nokta dergisini çıkardı. Bu dergi, genç şairlerle ve yazarlarla tanışmasını sağladı. İlk kitabından 7 yıl sonra yayınladığı "Dirlik Düzenlik" bu dönemin ürünüdür.

***

“Hiç böyle ısınmamıştım;

Daldaki vişneye,

Vitrindeki aydınlığa,

Salça kokusuna mutfağımın,

Akan dereye,

Uçan buluta,

Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya...”

1957'de yayınlanan “Yerçekimli Karanfil” ile ise, kendisine özgü bir şiir evreni kurdu. İkinci Yeni akımının özgün örneklerini verdi. Yenilik, Pazar Postası, Yeni Dergi gibi dönemin sanat yayınlarında; şiirsel canlılığı besleyen şairlerden biri oldu.

 Şiirinde zamanla; sevinç yerini bunalıma, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı yerini yıkıcı bir umutsuzluğa bıraktı. Bu dönemde yeni arayışlara yöneldi Edip Cansever. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup bu dönemin ürünleridir.

Kapalı, anlaşılması güç, yine de anlamdan ayrılmayan bir şiire yöneldi. Çok farklı imgeler kullanırken bile düşünce öğesini göz ardı etmedi. Yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmedi. Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tuttu.

1954’te meydana gelen Kapalıçarşı yangınında; dükkânının yanması üzerine Jak Salhoşvili ile ortak olup, asma katlı bir başka dükkâna geçti. Ortağı alım satım işlerini yönetirken; Edip Cansever, tüm zamanını asma katta şiir okuyup şiir yazmaya ayırdı. Kapalıçarşı'da otuz yılını geçirdi ve bu zaman zarfında dokuz şiir kitabı çıkardı.

1964’te üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi’nden, güncel politikadan anlamadığı gerekçesiyle ayrıldı. 1975 yılında Kapalıçarşı’daki antikacı dükkânını sattı ve ticari hayatını sonlandırdı. Bundan sonraki dönemde kış aylarını İstanbul’da, yaz aylarını da Akdeniz sahillerinde geçirdi. Akdeniz’in doğasının; hem ruhuna hem de sanatına yansıttığı olumlu etkiler sebebiyle, 1986 yılında Bodrum’a yerleşti. Ancak Bodrum'a geldikten sadece yirmi gün sonra, bir beyin kanaması geçirdi ve İstanbul’a getirildi. Acilen alındığı ameliyattan sağ çıkamayarak, 28 Mayıs 1986’da İstanbul’da vefat etti.

***

Yakın dostları şöyle der Edip Cansever hakkında. Önce Cemal Süreya: Edip’in bir kompleksi vardı, bana anlatmıştı. Bunu burada anlatmakta bir sakınca görmüyorum. Fatih Camii avlusunda oynarmış. İkinci Dünya Savaşı yılları, o zaman lastik top diye bir şey yok, bez topla oynanır. Edip’in lastik topu var ve Edip’i lastik topu olduğu için takıma alıyorlar, aslında kötü bir oyuncu. Bu insanda nasıl bir iz bırakır? Edip’te? Bu bir gerçek, babası zengin, esnaf. O sırada fazla zengin olmasa da, sonradan oldu. Ama lastik topu olan bir çocuk Edip, bunun için onu takıma alıyorlar. Bu, Edip’te kompleks yaratmış. Kendisi söyledi bunu, ben nerden bileyim! Burada bir hüzün var, Edip hep o hüznü sevdi. Aslında şiirimizdeki durumu da budur, hep ona lastik topu var gibi bakıldı. Oysa şairdi, alalım bir sürü şairi, çoğundan iyi. Ama o duyguyu hep içinde taşıdı. Edip, şiirin Yunus Emre’siydi... Güzel bulduğunu söylemekten kendini alıkoyamazdı. Şiirden, gerçek şiirden anlayan birkaç kişiden biriydi. Kimseye kötülük etmedi. Hiç dedikodu yapmazdı. Hiçbir yalan üretmemiştir, kimsenin aleyhine yalan bir şey söylememiştir. Sevmediği adamlarla aynı masaya oturmazdı. Yeşil ipek gömleğinin yakası, büyük zamana düşer. Her şeyin fazlası zararlıdır ya, fazla şiirden öldü Edip Cansever.

***

Memet Baydur ise şöyle: İyi bir aile babasıydı. Evine, karısına, çocuklarına her zaman çok bağlıydı. Aslında yazdıklarından belki bohem bir şair havası çıkabilir, o çok yanlış olur. Hiç bohem değildi. Hatta fazla anti-bohemdi... İkinci Yeni’yi ansiklopedik tanımıyla kabul ettiğini sanmıyorum. Cemal Süreya’yı da, Turgut Uyar’ı da, İlhan Berk’i de; hepsinin şiirini önemserdi. Ama bu isimlerin bir grup altında toplanamayacağını hep söylemişti. Yani tamamen başka kanallarda geliştiğini söylerdi bu şairlerin ve şiirlerinin. Dolayısıyla bunun yakıştırma bir isim olduğunu belirtirdi. İçki içerek şiir yazdığını hiç görmedim. Kendisi de bir tek dize bile çıkmadığını, alkolün etkisinde hiç iyi bir şey yazılmayacağını söylerdi. Oteller Kenti’ni büyük bir tutkuyla, keyifle yazdığını biliyorum. Onun çok özel bir yeri vardı. Eskilerden Yahya Kemâl hayranıydı. Hatta arada bir kızdırmak için “Ahmet Haşim daha iyi” filan derdik. Şiirden çok düzyazı okurdu. Oğuz Atay’ı severdi. Sait Faik de çok sevdiği bir yazardı. Tomris Uyar’ın yazdıklarını çok beğenirdi. Ve âşıktı ona. Kafka’ya büyük düşkünlüğü vardı. Son yıllarında da Marquez’e düştü.

***

ŞAİRİN SEYİR DEFTERİ

Ey anılar, benim anılarım!

Ne çıkar, azıcık yaklaşsam size?

Bir deniz kıyısını, bahçeli

Küçük bir evi ya da

Sözgelimi bir yaz tatilini

Şöyle bir yedeğime alıp da

Yaklaşsam yanınıza…

Ey bir kır yolu, pembe bir bulut!

Bir yağmur sonrası, bir günbatımı.

Geri vermez misiniz bana

Bir yüzün her şeyden önce belli belirsizliğini?

Sonra da belki daha yakından

Bir duruşu, bir durgunluğu ve

Ne bileyim işte kısa bir dalgınlığı

Ardından

Sessizlikle kuşatılmış o tanıdık sözleri?

Ve hatta bir sarılışı

O içten öpüşleri

Bilmem ki

Geri vermez misiniz bana?

***

Fethi Naci de şöyle anlatır Edip Cansever’i: Edip toplanmalarımızda, sözü mümkün olduğu kadar kısa zamanda edebiyata getirmek isterdi. Başka şeyler de konuşulabilir, diyelim iktisadi meseleler filan. Onlardan sıkılırdı, sözü edebiyata getirirdi. Birinci merhale bu. İkinci merhale, sözü şiire getirmek. Üçüncü merhale de kendi şiirine getirmek. Bu oluşum Edip’te her içkili toplantıda mutlaka görülürdü. Edebiyat, şiir ve Edip’in şiiri. Mutlaka Edip’in şiiri konuşulacak. Hatta nazının geçtiği günler olursa, kitabını çıkartıp bir arkadaşına okutacak ve mutlaka övgü bekleyecek. Bu toplantılarda; Edip, Tanpınar’dan çok söz açardı. Tanpınar’la yakın semtte mi, aynı semtte mi oturma, komşuluk ilişkileri mi ne, öyle bir şey var. Tanpınar’a şiirlerini göstermiş, o da gayet akıllıca öğütler vermiş ve Edip’in yönlendirmesinde epey bir etkisi olmuş. Bu Edip’in bana anlattığı... Fakat şunu biliyorum: Salah Birsel’in de Edip’in gençlik yıllarında, Edip’e bir hayli yol gösterici yardımları olmuştur. Yani onu iyi şairleri okumaya yahut şiirinin biçimini üzerinde düşünmeye yönlendirmiş olabilir. Şiirinin tüm kaynağı İstanbul ve İstanbul’da çok dar yerler. İşte meyhaneler, daha çok tuzu kuru, aylak insanların bulunduğu yerler. İşte Krepen Pasajı vs…

***

Yazar Selçuk Baran da şöyle tasvir eder onu: Ben şimdi Edip’i hatırladığım zaman bütün dişleriyle, bütün yüzüyle gülen bir insan gözümün önüne geliyor. Bir de onun çok güzel, içten kahkahaları vardı. Yani yüksek tonda değildi belki o kahkahalar ama kendine özgü, sesinin tınısını aksettiren güzel kahkahalardı. Evet, neşeli insan denilebilirdi ama içkinin bir noktasından sonra da büyük bir hüzün çökerdi. Yine de karamsar, kapkara bir gözlüğün arkasından bakan umutsuz bir insan değildi, o ayrı hikâye. Şiirinde hep acıları dile getirir, umarsız insanlar vardır. Ama o bu umarsız insanlar, aç yahut bir dam, bir çatı bulmaktan yoksun insanlar değildi. İçlerinde insan olmaktan ötürü taşıdıkları acıyı götüren insanlardır. Edip’i onlarsız düşünemeyeceğim neler var? Zekâsı, sonra İstanbul, sonra deniz, alkol… Belki alkol en başta olmalıydı. Alkolü Orhan Veli’den de çok şiirine, kısacası özüne koyan insandır. Meyhanelerde gittiği yerlerde özel şeyler arardı. Deniz kıyısı olacak, önüne gelen şey mutlaka temiz, tertipli olacak, düzenli olacak. İçki içtikten sonra bazen durgunlaşırdı, bazen saldırgan olurdu, bazen acıları büyütürdü.

***

“Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyiz!

Herkesin, ama herkesin yanılıp bir yerlere gittiği,

Bir cümlede durmuş gibiyiz!

Ki; bütün mektupların, telgrafların

Durmadan yanlış verildiği,

Sapsarı bir cümlede ve geniş…”

***

Bir de ailesini dinleyelim, ne dersiniz? Ablası Edibe Aykaç; kardeşi, - bir anlamda - adaşı Edip için söyledikleri: Edip çok hassas bir insandı, ufacık bir sözle kırılırdı. Biz dört kardeşiz. Diğer kardeşlerimiz kız olmasına rağmen, küçükken ben en çok Edip’le anlaşırdım. Bütün oyunlarımızı birlikte oynardık. Unutamadığım bir anısı vardır. İlkokul beşte veya orta birdeydi. Annem Bursa’ya gitmişti. Annemi çok özlemiş, Onun için bir şiir yazmış, bana okudu. Bir çocuk dergisine yollamış, orada çıktı. Biz çok sevindik, hopladık, zıpladık filan. Ah kardeşim şair olmuş diye ben ona sarılmıştım. Yıllar sonra gerçekten değerli bir şair olunca, zaman zaman boynuma atardı elini, sen bana böyle söylemiştin abla diye.

***

Son olarak da kızı Nuran Birol’ün babası Edip Cansever için söyledikleri: Havayla ilgili bir özelliği vardı, gri, ve puslu havaları severdi. Daima kapalı ve puslu. Öyle havada daha çok çalışma isteği geliyor, derdi. Çalışmaya başlamadan önce daima tertemiz giyinir, öyle otururdu masaya. İş yerine gider gibi, çalışmaya bir saygı gibiydi. Bir de tabii babamın şair olmasının getirdiği bir şey var: Ayrıntı konusu… Mesela siz şuradaki sardunyayı beğenirsiniz, “Aa ne kadar güzel” dersiniz. Babam değişik bakardı. Gider oradaki en olmadık dikeni görürdü. Herkes bu gül ne kadar güzel derken, o oturduğu yerden kıyıdaki köşedeki dikeni görürdü. Ayrıntıya dikkat ederdi… Bir de babamın deniz tutkusundan söz etmeli. Zaten şiirlerinde de önemli olmuştur: Mavi ve deniz… Ben hiçbir zaman babamın öyle yeşillik konuştuğunu hatırlamam. Hep deniz olayı vardı babamın hayatında.

***

Âşiyân’da yatıyor şimdi usta, ebedi istirahatgâhında. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…




ARŞİV YAZILAR