Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

ÜÇ FİDANA, BÜYÜMEYEN ÖLÜ ÇOCUKLARA…


18 Ocak 1972, Salı, saat 13.00...

Tire merkeze kurulan bir Salı pazarı telaşında, gün öğlesinde, yeşille mavinin karışımı her bir odası farklı renk badanalı, 2 odalı bir evin bir odasında, Saime yengem ve anneannemin yardımcı olduğu ebeannemin tecrübesi ve marifetiyle doğmuşum ya; anam sancı geldiğinde bağıramamış, Tire merkezdeki evimizin Salı pazarına giden geleninden. Ayıp diye düşünmüş. Ne yapsın garipler? Dememişler ki, "Ayıp değil Emine; ayıp, kafalarda zihinlerde..."

***

Doğumumdan 8 gün öncesine gidelim: 10 Ocak 1972, Pazartesi...

O günü de, Can Dündar'ın 2014 yılında Can Yayınları'ndan çıkan "Hamdi Gezmiş'in Anıları" adlı kitabının bir bölümünden aktaralım:

"10 Ocak 1972 Pazartesi günü Mamak Cezaevi’nin radyosundan, Askeri Yargıtay’ın nihai kararı duyuldu: Askeri Yargıtay 2. Dairesi oy çokluğuyla 18 idam kararından 15’ini bozmuş, 3’nü onaylamıştır...

İdamı onaylanan üç isim; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’dı!..

Anlaşılan 'ibret' için 3 isim seçilmişti. Zaten aylar önce askeri mahkemede savunmalar yapılırken Ordu Foto Film Merkezi’nden gelen görevliler, idamlıkların değil sadece bu üç ismin fotoğraflarını çekmişti...

Buna tanık olan avukatları Halit Çelenk’in eşi Şekibe Çelenk, ‘Gitti bu üç çocuk’ diye iç geçirmişti içinden...

O tahmin doğrulanıyordu işte….

Mahkeme bu üç ismin ‘Mevcut sosyal, politik ve ekonomik düzeni, zor yoluyla yıkmayı gaye edindiği’ hükmüne varmıştı...

Karar, hücrelerden yükselen ‘Kahrolsun Faşizm’ sloganlarıyla karşılandı...

Deniz, karardan sonra ziyaretine gelen Halit Çelenk’e, ‘Faşizmin eline bir kere düşmeyeceksin abi…' dedi. Onlar bu finale hazırlıklıydı…"

***

Ne zaman doğduğumu soran dostlarıma, yakınlarıma hep şöyle derim: Deniz'lerin öldüğü yıl doğmuşum. Bilmiyorsa 72'yi, ya onun ayıbı ya da onun tercihi; bilemem...

Şimdi yoğun bir şekilde duyumsadığım acıyı bebeklik halimle nereden bilebilirdim ki? Düşününce bu bile ağır geliyor bana. Bilinçli olmasam da, çağa tanıklık etmek! Hâlâ 3 fidan yaşarken, bebek olsam da yaşamak aynı anda ve makus sona müdahale edememek...

***

Konu tabi ki ben değilim. Dönelim Deniz'lere: Karar verilmişti, kıyılacaktı 3 fidana. Çabalar sonuç vermedi...

52 yıl önce bugün, 5 Mayıs 1972 Cuma, henüz 3 aylığım. Düşünemiyorum ve anne babama bağımlıyım. Seviyorlar beni, bunu hissediyorum. Yürüyemiyorum ama tuhaf tuhaf sesler çıkarıyorum; SANIRIM...

Gelin aynı anda İzmir-Tire'den, Ankara-Ulucanlar'da yaşananlara geçelim. Gelin dostlar, o günü de "Deniz Gezmiş'in Anıları"ndan, Deniz Gezmiş'in kendi yüreğinden ve kaleminden dinleyelim:

"Sabah şimdiye kadar hiç görmediğimiz bir yüzbaşı geliyor koğuşa ve hepimizin görebileceği bir yerde duruyor. O'na baktığımıza ve O'nu dinlediğimize emin olduğu an konuşmaya başlıyor; "Buraya kadar beyler! Hakkınızdaki karar bu sabah Resmi Gazete’de yayınlandı. Öbür dünyada görüşürüz" diyor...

Bize özel ulak olarak 'ölüm' tebliğ etmeye gelmiş yüzbaşı sanki. Dede'nin (Hüseyin) Yusuf’tan ödünç aldığı sözler bir tokat gibi patlıyor yüzünde adamın; "Sen ve efendilerin bilmelisiniz ki, biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ise her gün öleceklerdir!.."

Yüreklerimize korku salmak için görevlendirilen yüzbaşı, kendisi korku içinde arkasına dahi bakmadan hızla terk ediyor koğuşu...

Dede, bizlere dönüp sözlerine devam ediyor; "Adamın verdiği haberin doğru olma ihtimali çok yüksek. Karar bugün Resmi Gazete’de gerçekten de yayınlanmış olabilir. Son ânımızı, son yürüyüşümüzü plânlamalıyız. Orada infaz anında birbirimizi göremeyeceğiz. Birbirimizin yanında olamayacağız. O nedenle orada o anda neler yapacağımızı, neler söyleyeceğimizi, nasıl davranacağımızı burada birlikte bir konuşalım" diyor...

Ekliyor ardından; "Yeni bir eyleme gider gibi, yeni bir THKO eylemi planlar gibi düşüneceksiniz son ânınızı..."

Yusuf, "Benim mektubum hazır, asıl siz düşünün" diye espri yaparak havayı yumuşatıyor...

Ben, "Burada yapmıyorlar bu işi, mutlaka Ulucanlar Kapalı Cezaevi'ne götüreceklerdir. Bir yıl önceki ilk misafirhanemize. İmam falan çağırıyorlarmış. Nazikçe göndeririz adamı. Verirlerse bir çay isteriz, bir de sigara. Yazarız son mektubumuzu. Bu mücadelenin bizimle başlamadığı gibi bizimle de bitmeyeceğini, asla pişmanlık duymadığımızı söyleriz. Parkamızla, postallarımızla çıkarız sehpaya. Kendi ilmiğimizi kendimiz geçiririz boynumuza. Son sözümüzü söyleriz. Ve cellata bırakmadan kendimiz tekmeleriz ayağımızın altındaki sehpayı!” diyorum...

Yusuf, "Son sözümüz ne olacak?" diye soruyor ortaya...

Hüseyin, "En fazla birkaç cümle söyleme şansımız olacaktır. Onlar da bizi en iyi ifade eden sloganlarımız olmalıdır. Senin mektupta yazdığın gibi. Şöyle sözler söylemek geçiyor içimden. Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımızın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştık. Bu bayrağı bu ana kadar şerefimizle taşıdık. Bundan sonra da bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyoruz. Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun faşizm!" diyor...

Yusuf söze giriyor tekrar; "Her eylemimiz nasıl yüreklerine korku saldı ise son anımız da öyle olmalı. Sözgelimi kellelerimizi almak için büyük gayret gösteren General Elverdi de orada olacaktır. Onun şahsında düzenin tüm hizmetkârlarına da bir çift söz söylemeliyiz. Onlara sermayenin ve Amerikan emperyalizminin hizmetkârları olduklarını hatırlatmalı, bizim ise gözümüzü kırpmadan kendimizi halkımıza adadığımızı göstermeliyiz" diyor...

Derin bir sessizlik oluyor...

Yarını düşünüyoruz...

Yarın, 6 Mayıs...

Yarın, Hıdırellez!..

Yarın, bayram..."

***

Üç fidana, büyümeyen ölü çocuklara...

Anılarına, mücadelelerine, dik duruşlarına, insanlıklarına; minnetle, saygıyla...




ARŞİV YAZILAR